belirsizzzzz

Aileden
Kayıt
21 Aralık 2007
Mesajlar
7.580
Beğeniler
0
Şehir
Tokyo /Y.t
LoneyWalker demiş ki:
BaTTeRST demiş ki:
LoneyWalker demiş ki:
Tolstoy Savaş ve Barış özetinin linkini verebilirseniz çok makbule geçer
Eserin Adı: Savaş ve Barış
Yazarın Adı: Tolstoy
Kullanılan Baskı: Birinci baskı, İstanbul, Ağustos 2001. Mavi Yelken Yayınları.
Konusu: 1804’lerde başlayan bu olay Çar Rusya’sının Fransa ile olan savaşlarını ve devamında gelişen olayları anlatıyor.
Ana Fikri: Her zaman kalbimizden gelen ve doğru bulduğumuz sese uymalıyız, çünkü o ses hiçbir zaman yalan söylemez.
Türü: Savaş ve Barış, Rusya-Fransa savaşlarını konu edindiği için tarihî romandır.
Eser Adı ile Muhteva: “Savaş” Rusya ile Fransa arasında geçen mücadeleyi anlatırken, “Barış” ise romanda geçen aşkları anlatmaktadır.

Özet:
İhtiyar Prens Bezukof uzun zamandan beri hastadır ve ölümle pençeleşmektedir. Bütün çocukları onun öldüğünde mirası nasıl dağıtacağını merak ederler ve ihtiyar adam bütün parasını çok sevdiği oğlu Piyer’e bırakmıştır. Petersburg kibar alemin de pek saygın bir yere sahip olmayan Piyer şimdi el üzerinde tutuluyordu.
Fransa ile yapılacak savaş başlamak üzere idi ve hazırlıklar yapılıyordu. Bu savaşa Andre, Nikola, Denisof ve daha niceleri gidiyordu. Bütün alaylar hazırlandıktan sonra savaş başlar. Uzun uğraşlar sonucu Fransız orduları püskürtülür.
Petersburg kibar aleminin sayılı isimlerinden olan Prens Vasili, güzelliği ile tanınmış kızı Elen’i, zengin olması sebebiyle Piyer ile evlendirmek istiyordu. Bir balodaonları bir araya getiren Vasili daha sonra aralarından çekildi. İlk açılan Prenses Piyer’i öptü ve sonrasında evlendiler.
Fransız’lar bir daha taarruz edeceklerdi. Her şey Osterliç Savaşından bir gün önce hazırlandı. Savaş başladığından bir süre sonra Ruslar büyük kayıplar vermeye başlamışlardı. Sonunda Rusya yenildi, İmparator yaralanmış, Başkumandan vurulmuş, diğerleri ise kaçmışlardı. Prens Andre savaş alanında kalmıştı ve Fransızlar tarafından esir alınmıştı.
Piyer’in kulağına Dolokof’un Elen’i lekelediği gelmişti ve o zamandan beri canı çok sıkkındı. Sofrada hep birlikte oturuyorlarken Dolokof’un elinde bulunan kâğıdı istemiş ve Dolokof’da vermeyince Piyer ona bir düello teklif etmiş, bu düelloda onu yaralamıştı. Dolokof yerde yaralı yatarken onu Nikola almıştı. Bu olaydan sonra Piyer karısı Elen’i terk etti.
Andre’nin evine onun esir düştüğü haberi çoktan gelmişti ve oradakileri çok üzmüştü. Karısı Liza doğum dönemlerine giriyordu. Bir zaman sonra Liza’nın sancıları artmış ve doğurmasının vakti gelmişti. O anda içeriye Andre girdi. Fransızlar onu serbest bırakmışlardı. Liza’yı gördükten sonra dışarı çıkarıldı. Girdiğinde ise bir erkek çocuk dünyaya getirmiş olan Liza ölmüştü.
Çar ile Napolyon arasındaki bağ o kadar güçlenmişti ki artık savaş olmuyor, hatta bazı kesimler Çar’ın kız kardeşlerinin birinin Napolyon ile evleneceği söylentisi bile çıkmıştı.
Piyer Petersburg masonluğunun üyelerinden biri oldu. Mason olduktan sonra karısı Elen’in ondan af dileme niyetinde olduğunu öğrendi. Hatta bununla ilgili bir mason gelerek ona karısını kabul etmesi hakkında nasihatte bulur, eğer karısını kabul etmese bunun masonluğa uymayacağını da söyler. Piyer karşısında herkesin bir ağız birliği etmiş olduğunu anlar ve kabul eder.
Petersbug’da düzenlenen bir baloda Andre Nataşa’yı görür ve çok beğenir. Baloda onunla birkaç kere dans eder. Balodan sonra bile onu unutamamaktadır. Piyer’in cesaretlendirmeleri ile gidip açılmaya karar verir. Önce Nataşa’nın annesine konuyu açar, kadın kabul eder. Daha sonra gidip Nataşa’ya bu konuyu açtığında kız da havalara uçmuştur. Fakat arada tek bir sorun kalmıştır, o da Andre’nin babasının düğünü bir yıl sonra yapma isteğidir. Bu bir yıl boyunca Andre yurt dışında gezmeli ve dolaşmalıdır. Nataşa bu öneriyi kabul eder ve hep onu bekleyeceğini söyler. Andre gitmeden önce gizlice nişanlanırlar.
Andre gezide olduğu sırada Nataşa bir baloya katılır. Orada Prens Vasili’nin işe yaramaz oğlu Anatolu görür. Anatol Nataşa ile tanışmak isteğindedir. Anatol kız kardeşi Elen sayesinde Nataşa ile tanışır. Onunla uzun süre konuşur ve gelecek baloya davet eder. Nataşa konuşmadan sonra fazla ileri gittiğini düşünür ve pişman olur. Daha sonrasında davet edildiği baloya gider. Orada Anatol onu karşılar ve ona onu sevdiğini söyler. Nataşa ona nişanlı olduğunu söylediği halde adam aldırmaz. Nataşa bundan çok etkilenir ve onu sevmeye başlar. Balodan döndükten sonra olayı Sonya’ya anlatır. Sonya o adamdan kimseye hayır gelmeyeceğini, işe yaramazın teki olduğunu anlatmaya çalışsa da Nataşa onu dinlemez ve hatta ona karşı olan hakaretlerinden dolayı bozuşurlar. Sonya zamanla Nataşa’nın Anatol ile kaçma planları yaptığını anlar ve bu konuyu hemen Nataşa’nın amcasına açmaya karar verir. Gece Anatol’a Dolokof yardım ediyordu. Anatol kapıdan girip birkaç adım ilerledi. Fakat karşısına iri bir adam çıktı. Anatol kıvrak bir hareketle onun elinden kurtuldu. Nataşa, Piyer’den Anatol’un evli olduğunu duyunca bu ilişkiye son verdi ve Sonya ile konuşmaya başladılar.
Fransa-Rusya savaşı gene başlamıştı. Bu savaşa Nikola, Andre gibi eski askerlerin yanında yeni olan Piyer de katıldı. Savaşta Fransa ilerliyor ve Lisi-Gori’ye kadar gelmeye başlıyordu. Andre Mari’ye ve ihtiyar prense bir mektup göndererek hemen Moskova’ya gitmelerini söyler.
İhtiyar prens oradan ayrılmadan önce bir felç geçirir. Sağ tarafı tutmamaktadır. Mari hâlâ ona bakmaktadır.İhtiyar prens bu halde bazı şeylerin farkına varmaya başlar. Prenses Mari’ye çok çektirdiğini anlar, sürekli ondan özür diler. Doktor gelip onu muayene ediyordu ve bir gün onu yatağında ölü buldular.
Mari’nin Moskova’ya gitmesine mujikler engel oluyordu. Oradan geçerken bunu gören Nikola Mari’ye yardım ederek onun oradan kurtulmasını sağladı. O anda Mari ile Nikola arasında ilk elektriklenme gerçekleşti.
Fransız orduları Moskova’ya da yaklaşmaya başladılar. Kısa süre sonra Moskova’yı da aldılar. Herkes arabalarıyla gitmekteydi. Arkalarına baktıklarında ise Moskova yanıyordu.Andre bu savaşta çok ağır yaralanmıştı. Rostof ailesi de yüklerini arabalara yüklüyordu. Fakat daha sonra o yüklrin bir kısmını boşaltıp savaş yaralılarını almaya başladılar. Bir köyde mola verdiklerinde yaralılar boşaltıldı ve herkes dinlenmeye çıktı. Nataşa, yaralıların arasında Andre’nin de olduğunu duyunca gözüne uyku girmedi ve gidip ona baktı. Nataşa ondan yaptıklarından dolayı özür diledi ve ona onu sevdiğini söyledi. Andre’nin durumu çok ağırdı. Ateşi düşmüyordu.
Moskova’da kalan Piyer birisine yardım etmeye çalışırken, kendisinin kundakçı olduğunu sanan askerler onu tutuklarlar ve ceza evine koyarlar. Oradan bir grup ile birlikte çıkarılırlar ve bu gruptaki bir kaç insan kurşuna dizilir. Kendisinin kurtulduğuna şaşmaktadır.
Piyer’in karısı Elen anjin sebebiyle ölür. Yine aynı günlerde Nikola’ya bir mektup gelir ve bu Sonya’dandır. Sonya ona aşklarının artık sürmeyeceğini anlatır. Bu mektubu Nikola hemen Mari’ye götürür. Bu mektup sayesinde Nikola-Mari aşkı daha da alevlenir. Mari bundan sonra Andre’nin yanına gitmeye karar verir ve yanında küçük Nikolenka’yı da götürür. İki gün boyunca Andre’nin başından ayrılmadılar. İki gün sonra Andre öldü.
Fransa Moskova’yı ve diğer aldığı yerleri elde tutamadı ve büyük bir ger çekiliş başlar. Bu geri çekiliş esnasında Nataşa’nın henüz on altı yaşındaki kardeşi Petiya kaçanların peşinden kovalarken kafasına kurşun alarak öldü. Rostof’lar bunun acısını da yaşamak zorunda kaldılar.
Nataşa Andre ve Petiya’nın acısın unuttuktan sonra Piyer Mari’nin de yardımıyla Nataşa ile evlendi.
Nikola ile Mari yaklaşık Piyer’lerin evliliğinden bir veya iki yıl sonra evlendiler. Nikola babasının girdiği borçları ve zararların hepsini kapattı. Hem de Mari’nin hiçbir hissesini satmadan.
Nikola ile Mari’nin bir kızları olur. Nataşa ile Piyer’in ise üç kızları ve bir de erkek çocukları olur. Andre’nin oğlu Nikolenka ise Piyer’i babası olarak görüyor ve hep onu örnek alıyordu.

Olay Örgüsü:
- Piyer’in babasının hastalanıp ölmesi.
- Savaş hazırlıklarının yapılması ve savaşın başlaması.
- Piyer ile Elen’in evlenmesi.
- Andre’nin esir düşmesi.
- Piyer’in Dolokof ile düello yapması.
- Andre’nin dönüşü ve Liza’nın ölümü.
- Piyer’in Elen’i tekrar kabul etmesi
- Andre’nin Nataşa’ya aşık olması.
- Nataşa’nın Anatol’a aşık olması.
- Savaşın tekrar başlaması.
- Andre’nin tekrar ortaya çıkması.
- Piyer’in esir düşmesi.
- Andre’nin ölümü.
- Nataşa ile Piyer’in evliliği.
- Nikola ile Mari’nin evlenmesi.

Şahıslar Kadrosu:
Piyer: İri yapılı, cesur bir adamdır, fakat biraz çekingendir. Babası Prens Bezukof’un nikahsız bir kadından olma çocuğudur. İlk olarak Elen’i sevmekteydi fakat daha sonra Nataşa’ya değişik duygular hissetmeye başlamıştır. Fakat Andre’den dolayı ona açılamamaktadır. Karısının ölümünden sonra ona daha da aşık olmaya başlamıştır.Andre öldüğünde evlenmişlerdir.
Andre: Kısa boylu cesur ve akıllı bir askerdir. Prenses Liza ile evlidir. Karısı doğururken öldükten sonra Nataşa’ya açılmaya karar vermiştir. Son savaşta ağır yaralanması sebebiyle hayatını kaybetmiştir. Arkasında yetim bir çocuk bırakmıştır. Piyer’in iyi bir dostudur.
Nikola: Çok büyük bir vatanseverdir. Ailesine çok düşkün, hep onların dediğinin olmasını isteyen bir karakterdir. Hatta bu sebepten dolayı, biraz da çıkan aksiliklerden dolayı sevdiği kızı, Sonya’yı terk etmiştir. Daha sonra gölünü Prenses Mari’ye kaptırıp onunla evlenmiştir.Savaşa askerlik yapmaya gitmiştir.
Nataşa: Yaşadıklarından çok çabuk etkilenen bir kızdır. Aşk bakımından kararları çok değişmektedir. Önce Boris’e gönlünü kaptırır, daha sonra Andre’ye, sonrasında Anatol’a ve sonra tekrar Andre’ye dönmüştü, fakat Andre aynı günlerde ölür. Bunun etkisini üzerinden attığında Piyer’le evlenmiş ve mutlu bir yaşam sürmüşler.
Sonya: Fakir ama çok güzel bir kızdır. Kuzeni Nikola’yı sevmektedir ve aşkı karşılıksız değildir, fakat bir süre sonra ona bir mektup yazarak ayrılmıştır. Nikola, Mari ile evlendiğinde Mari’den nefret etmeye başlmıştır.
Mari: Biraz çirkindir, fakat vefalı bir insandır. Babasının ona o kadar çektirmesine rağmen onu ölümüne kadar yalnız bırakmamıştır. Nikola’yı sevmektedir.
Elen: Çok güzel, fakat az huysuzdur. Erkeklerin hepsi ona hayrandır. O yaşadığı yanlış bir şeyden dolayı Piyer’le kısa süreliğine bozuşur. Daha sonrasında anjinden ölür.
Liza: Andre’nin eşidir ve ona çok bağlıdır. Çok güzel bir kadındır ve bir o kadar da güzel huyludur. Doğum yaparken ölmektedir.
Denisof: Oldukça cana yakın ve samimi bir insandır. Nataşa’yı sevmektedir, fakat Nataşa ona yüz vermeyince vazgeçer.
Dolokof: Denisof’un tam tersine bir adamdır. Bir zamanlar Piyer’in arkadaşı idi, fakat Piyer’in karısı Elen’i lekelemesi sebebiyle Piyer onu arkadaşlıktan siler. Daha sonra Sonya’ya bir evlilik teklifinde bulunur fakat Sonya onu kabul etmeyince vazgeçer.

Zaman: Bu olay 1804’lerde başlamıştır. Fransa-Rusya savaşları dönemini anlatmaktadır.
Mekân: Olayın geçtiği veya söz edilen belirli bir yer yoktur; birkaç yer mevcuttur. Bunlar Lisi-Gori, Moskova ve St. Petersburg’dur.
Dil, Üslûp ve Anlatım: Yazar akıcı ve sade bir dil kullanmıştır. Bu doğrultuda anlatımda açık ve akıcıdır. Yer yer süslü anlatımlara yer verilmiştir. Fakat geneli sade bir şekilde yazılmıştır.
çok teşekkür ederim kusura bakma teşekkür biraz geç geldi derslerden internetle uğraşmaya vakit bulamadım çok işime yaradı sağol
yok ben hemen koydum popcorn sen geç baktın herhal
 
Kayıt
28 Aralık 2007
Mesajlar
140
Beğeniler
0
arkadaşlar bana 2 tane eziq roman özeti lazım.yani fazla bilinmemiş olsun ve uzun bir roman özeti olmazsa sevinirim. hocaya anlatmakta zorluk çekmeyeyim :lol:
 
Kayıt
8 Temmuz 2007
Mesajlar
380
Beğeniler
0
Şehir
Antalya.
Cemal ANADOL'un Tarihe hükmeden millet Türkler Kitabının Özetini Verebilirsen Sevinirmmm

Simdiden Tesekkurler Kolay Gelsin
 
Kayıt
19 Ağustos 2007
Mesajlar
344
Beğeniler
0
Gün Olur Asra Bedel
Cengiz AYTMATOV'un özetini bulursanız sevinirim...
 

Poker Face

Bilgiliyim
Kayıt
13 Mayıs 2007
Mesajlar
1.269
Beğeniler
0
falakanın özetini bulabilirmisiniz ama ömer seyfettinin değil a ile başlaya bir adamın
 

belirsizzzzz

Aileden
Kayıt
21 Aralık 2007
Mesajlar
7.580
Beğeniler
0
Şehir
Tokyo /Y.t
Sokrates'in Savunması

Eflâtun

Fakat gerçek şudur ki Ey Atinalılar, tek gerçek bilge vardır, o da tanrıdır.

Ve bu bilmecesiyle insanların bilgeliğinin aslında bir hiç olduğunu veya çok az şey ifade ettiğini göstermeyi amaçlıyor. Bu işte benim ismimi sadece bir misal olarak kullanıyor ve şöyle demek istiyor sanki: "Ey insanlar! Sizin en bilgeniz, Sokrates gibi kendi bilgeliğinin gerçekte bir hiç olduğunu bilendir." (...)

Belki içinizden birisi şöyle diyecek:"Peki Sokrates, seni ölüm cezasının eşiğine getiren böyle bir hayat yaşamaktan utanç duymuyor musun?" Ona şöyle cevap veririm: Yanılıyorsunuz dostum, hiç bir şeye değmeyen bir adam bile, hayatını ölüm ve yaşam ihtimallerini hesaplayarak geçirmemelidir; düşünmesi gereken tek şey, yaptığı işin iyi mi yoksa kötü mü olduğudur, yani iyi bir adam olarak mı, yoksa kötü adam olarak mı yaşadığıdır. (...)

Hiç kimse, başa gelebilecek en büyük kötülük zannedilen ölümün, belki de en büyük iyilik olduğunu bilemez. Bu bilgisizlik, yani kişinin bilmediği şeyi bildiğini zannetmesi, onursuz bir cehalet değil midir? İşte sadece bu bakımdan, normal insandan farklı olduğumu düşünüyorum ve belki de bu bakımdan onlardan daha bilgeyim. Çünkü ölümden sonrası hakkında bir şey bilmediğim gibi, bilmediğimin de farkındayım. (...)

Savaşta olduğu gibi, hukukta da, ne ben ne de başkası ölümden kurtulmak için her yolu kullanmamalıdır. Çarpışma sırasında çoğu zaman görülür; adam silahlarını bırakır da düşmanının önünde diz çökerse ölümden kurtulacağı kesin gibidir. Ve eğer bir adam her şeyi söyleyecek ve yapacak kadar güçsüzse her tehlike karşısında ölümden kaçmak için sayısız yol bulabilir. Zor olan, dostlarım, ölümden kurtulmak değil, kötülük yapmaktan kaçmaktır, çünkü o, ölümden daha hızlı koşar. (...)

İnsanları öldürerek, yaşadığınız kötü hayatın kınanmasından kurtulacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu ne çok mümkün, ne de şerefli bir kaçış yoludur. En kolay ve en asil yol başkalarını susturmak değil, kendinizi mümkün olduğunca iyileştirmektir. Beni ölüme mahkum edenler için söyleyeceğim son söz budur. (...)

Fakat neden sevgili dostum Krito, sıradan çoğunluğun düşüncesine bu kadar önem veriyorsun? Dikkate alınması gereken, gerçekten düşünceli insanlardır, onlar gerçekleri olduğu gibi kabul edecektir. (...)

SOKRATES:

Hiç kimsenin hiç bir zaman isteyerek haksızlık yapmaması gerektiğine mi inanıyoruz, yoksa bu şartlara göre değişir mi? Genelde kabul ettiğimiz şekilde, haksızlık yapmak her zaman kötü ve onur kırıcı mıdır? Yoksa önceden kabul ettiğimiz bütün fikirleri, şu bir kaç gün içinde fırlatıp attık mı? Yoksa bu yaşımızda sen ve ben, bütün hayatımızı bir çift çocuktan farksız olduğumuzu anlamadan bütün bu ciddi tartışmaları yaparak mı harcamışız? Yoksa, çoğunluğun görüşüne aykırı da olsa, daha iyi veya kötü sonuçlar doğursa da, söylediğimizin doğruluğunda ısrar mı edeceğiz, yani; haksızlık, onu yapan için her zaman kötü ve onur kırıcıdır. Böyle diyecek miyiz, demeyecek miyiz?

KRİTO:

Evet, diyebiliriz.

SOKRATES:

O halde, hangi şartlarda olursa olsun hiç kimse haksızlık yapmamalıdır. (...)

"Ve gerçek filozoflar bunları dikkate alınca, düşündüklerini şu sözlerle ifade etmeyecekler mi: Bizi ve argümanımızı, biz bedendeyken ve ruh bedenin kötülükleriyle karışmışken, bizim arzumuz yerine gelmeyecek sonucuna vardıran bir düşünce yolu bulamadık mı? Bizim arzumuz, hakikattir. Çünkü bedenimiz sadece yemek gereksinimi nedeniyle sayısız karışıkılığın kaynağıdır, bizi yakalayan ve gerçek peşinde koşmaktan alıkoyan hastalıklara maruz bırakır: Bizi aşklarla, hırslarla, korkularla, her çeşit hayalle ve sınırsız budalalıkla, insanların çok doğru söylediği gibi, düşünce gücünü bizden alır.

Savaşlar, çarpışmlar, ayrılıklar nereden ileri gelir? Beden ve onun hırslarından değil mi? Bütün savaşlar para sevgisinden ortaya çıkar ve para beden için ve ona köle gibi hizmet için elde edilir ve bütün bu engellemeler nedeniyle felsefeye verecek zamanımız kalmaz, sonuncu ve en kötüsü, vücut bize boş zaman verse, biz de kendimizi düşünmeye versek bile, her zaman onu kırar ve içimize girer, sorgulamalarımızda kargaşaya ve kafamızın karışmasına sebep olur ve bizi öyle şaşırtır ki, gerçeği görmemizi engeller.

Bu, bize şu tecrübeyle ispatlanmıştır ki, bir şeyin saf bilgisine sahip olacaksak, vücuttan dışarı çıkmalıyız -ruh, şeyleri kendi kendine görmeli, ancak ondan sonra istediğimiz ve sevdiğimizi söylediğimiz şeylere ulaşabiliriz. Bilgelik yaşarken değil, fakat tartışmanın gösterdiği gibi, ancak ölümden sonra elde edilir, çünkü bedenle arkadaşlık içindeyken ruh saf bilgiye sahip olamaz ve şu iki şeyden birisi takip eder: Bilgi ya hiç elde edilemez, ya da elde edilirse, ölümden sonra, çünkü ancak ondan sonra (o zamana kadar değil), ruh bedenden ayrılır ve kendi başına var olur. Şu anki hayatta, bedenle en az ilişkimiz ve birliketliğimiz olduğu zaman bilgiye en yakın olduğumuzu düşünüyoruz ve tanrının kendisi bizi serbest bırakmaya lutfedene kadar kendimizi saf tutuyoruz.

Ve böylece vücudun aptallıkların kurtulmuş olarak saf olmayı ve safla görüşmeyi sürdürmeyi, ve bence hakikatten başkası olmayan safi mükemmellikte varolanları kendi başımıza bilmeyi bekleyebiliriz. Çünkü karışık olan saf olanı elinde bulunduramaz. İşte bunlar Simmias, bilginin gerçek aşıklarının düşünmeden ve birbirlerine söylemeden edemedikleri çeşitten sözlerdir. (...)

"Ve ölümün yaklaşmasından yakınan bir adam görürsen, onun bu isteksizliği, onun bilgeliğe aşık değil, vücuduna ve muhtemelen aynı zamanda para veya her ikisine aşık birisi olduğuna yeter bir delil değil midir?" (...)

"Ancak belki de bir korku, zevk veya acının başka bir korku, zevk veya acıyla, sanki bunlar madeni paraymış gibi değişilmesi, büyüğü küçükle değişmek erdem ölçeğine göre doğru bir değişim değildir. Sevgili dostum Simmias, bütün bunların değiştirilmesi için sadece bir tek doğru para yok mudur? İşte bu, bilgeliktir.Ve sadece bununla birlikte gerçek cesarete, ölçülülüğe veya adalete ulaşırız. Gerçek erdem, korkuların, zevklerin veya benzeri diğer iyilikler ya da kötülüklerin ona katılıp katılmamasının hiç bir önemi olmadığı, kendisine bilgeliğin eşlik ettiği şey değil midir? Fakat bilgelikten ayrılmış ve birbirleriyle karışmış bu tip şeylerden oluşmuş erdem, sağlık ve gerçeklik de yoktur. Gerçek çok uzaklardadır: Ölçüsüzlük, adalet ve cesaret gerçekte bütün bunlardan arınmaktır ve bilgeliğin kendisi belki bu saflığı sağlayan vaftizdir. (...)

Fakat şimdi, ruhun ölümsüzlüğü açıkça ortaya konulduğuna göre, onun için en yüksek erdemi ve bilgeliği elde etmek dışında bir serbest kalış veya kurtuluş yoktur. Çünkü ruhun öteki dünyaya olan yolculuğu sırasında yanında götürebileceği tek şey eğitim ve terbiyedir, ve bunlar oraya olan yolculuğunun en başında karşılaşabileceği en büyük fayda veya engeldir. (...)

Son olarak, hayatlarını daima dindarlık ve iyilik içinde geçirmiş olanlar, bu dünyevi hapishaneden kurtulurlar ve yukarıdaki saf ve temiz evlerine giderler ve gerçek dünyada ikamet ederler. (...)

Sağduyulu bir adam, ruh ve onun oturacağı yerler hakkında anlattığım şeylerin tamamen doğru olduğunu iddia etmemelidir. Ancak, ben şunu söyleyebilirim ki, ruhun ölümsüz olduğu gösterildiğine göre, bir insanın bu çeşit bir şeyin doğru olduğunu düşünmesi yanlış ve değersiz değildir. Bu, alınmaya değer bir risktir ve kişi buna benzer kuvvetli sözlerle kendini teskin etmelidir, hikâyeyi uzatmamın nedeni de buydu.
 
Kayıt
28 Nisan 2007
Mesajlar
1.676
Beğeniler
0
Şehir
Kalbine hapsolmuş.
Punsier demiş ki:
Degirmenden Mektuplar Ozet

ÖNSÖZ

"Pampérigouste'ta oturan noter Honorat Grapazi'nin önünde,
Vivette Cornille'in kocası ve Cigalières'de çiftçilikle uğraşıp yine aynı yerde oturan Bay Gaspard Mitifio,
İşbu satış senedi gereğince, Paris'te oturan ve şu anda burada bulunan şair Bay Alphonse Daudet'ye Rhöne koyağında, Provence'ın göbeğinde, yemyeşil çam ve meşe ağaçlarıyla kaplı bir yamaç üzerinde bulunan bir un ve yel değirmenini, bütün hukuksal ve fiili güvenceleri altında ve her tür borç, ayrıcalık ve tutudan uzak olarak sattığını ve teslim eylediğini ve kanatlarının ucuna değin çıkan yabanıl asma, yosun, biberiye ve öteki asalak bitkilerden de anlaşılacağı üzere, sözü geçen değirmenin yirmi yılı aşkın bir zamandan beri bırakılmış ve öğütme özelliğinden tümüyle yoksun bulunduğunu,
Buna karşın Bay Alphonse Daudet'nin sözü geçen değirmeni, kırık bulunan büyük çarkı ve tuğlaları arasından ot biten düzlüğüyle, olduğu ve bulunduğu gibi isteğine ve şairlik çalışmasına uygun olduğunu belirterek satıcıya karşı hiçbir vazgeçme hakkı olamamak ve yapılması olası onarım için yararı ve hasarı kendisinin olmak koşuluyla kabul ettiğini,
Bu satışın iki tarafça anlaşılan fiyat üzerinden şair Bay Alphonse Daudet tarafından noterlik yazıhanesi üstüne konan geçer akçayla hesap edilmiş bedelin, aşağıda imzaları bulunan noterlerle tanıkların gözleri önünde ve alındı karşılığında, Bay Mitifio tarafından tümüyle alınarak yapılmış olduğunu,
İşbu işlemin Pampérigouste'ta, noter Honorat'nın işyerinde, fifreci Francet Mamai ile beyaz cüppeli tövbe etmişlerin haç taşıyıcısı Quique takma adıyla tanınan Louiset'nin yanında yapıldığını,
Ve senedin okunarak taraflar ve noterce imzalandığını..."

YERLEŞME

Buna en çok şaşanlar tavşanlar oldu! Değirmenin kapısını kapalı ve duvarlarla öndeki düzlüğü otlar bürümüş göre göre, sonunda değirmencilerin kökü kurudu sanmışlar ve yeri uygun bularak, burasını tıpkı bir karargaha, stratejik bir üse dönüştürmüşlerdi. Burası sanki tavşanların Jemmapes değirmeni olmuştu. Geldiğim gün, bunlardan, abartısız yirmi kadarı, çepeçevre düzlüğe oturmuş, ön ayaklarını ay ışığına uzatıp ısınmaktaydılar. Pencereyi aralar aralamaz, fırt! Bütün ordugah bozguna uğradı ve kuyruk havada, bütün o küçük beyaz kıçlar, haydi fundalığa. Umarım, yine gelirler.
Beni görünce şaşıranlardan biri de, yirmi yıldan beri değirmende oturan, birinci katın kiracısı, düşünür tavırlı, yaşlı ve korkunç bir baykuş oldu. Kendisini yukarıki odada, ana milin üstünde, sıva ve kiremit parçaları arasında dimdik ve kıpırtısız buldum. Bana yuvarlak gözleriyle bir an baktı, sonra beni yabancı bulmuş olacak ki, "Hu! Hu!" demeye ve tozdan kurşuni bir renk almış kanatlarını güçlükle çırpmaya başladı. Ah, bu düşünürler! Fırça nedir, bilmezler!... Neyse, bu kırpışık gözlü ve asık yüzlü sessiz kiracı, bu haliyle hepsinden çok hoşuma gitti. Ben de hemen kira sözleşmesini yeniledim. Eskisi gibi değirmenin bütün üst katı, çatıdaki girişiyle birlikte, onun olacak. Bana da alt kattaki beyaz badanalı, tıpkı bir manastır yemekhanesi gibi basık ve kemerli küçük oda kalıyor.
***
İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına dek açık, çevre günlük güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu, karşımda, yamacın eteklerine uzanıyor... Ufukta Küçük Alpler'in zarif tepeleri beliriyor... Çıt yok... Ancak uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavanta çiçekleri arasından bir kurlinin ötüşü, yoldan da bir katır çıngırağı... Bütün bu güzel Provence görünümü, ancak ışıkla can buluyor.
Artık, nasıl olur da ben, sizin o gürültülü ve karanlık Parisinizi özlerim! Değirmenimden öyle hoşnutum ki! Burası tam istediğim gibi, gazetelerden, paytonlardan, sisten fersah fersah uzakta, güzel kokulu, ılık bir köşe! Çevremde ne güzel şeyler var! Henüz yerleşeli sekiz gün olmadan, içim anı ve izlenimlerle dolup taşıyor... Bakın, daha dün akşam yamacın eteğindeki bir çiftliğe sürülerin dönüşünü seyrettim. Vallahi bu hafta içinde Paris tiyatrolarında taze taze gördüğünüz bütün o oyunlara bu görünümü değişmem. Siz hak verin!
Şunu bilin ki, Provence'ta sıcaklar başlayınca, davarı Alplere göndermek görenektir. Hayvanlar ve insanlar bir arada, yukarıda açık havada, bellerine değin ota gömülü, beş altı ay kalır; sonra, güzün ilk serinliğinde çiftliğe inilir ve biberiye kokan boz tepeciklerde uslu uslu otlanır. Evet, dün akşam sürüler dönüyordu; sabahtan beri çiftlik kapısının iki kanadı da ardına dek açıktı, ağıllar taze samanla doluydu. Herkes, saat başında, birbirine "Şimdi Eyguières'e varmışlardır; şimdi Paradou'dadırlar," diyordu. Sonunda akşama doğru, "İşte göründüler!" diye bağrışıldı. Artık ta uzakta, sürünün bir toz bulutu içinde yaklaştığını görüyoruz. Sanki bütün yol sürüyle birlikte yürüyor gibi.
Başta tos vurur gibi boynuzlarını uzatmış, yaban yaban, yaşlı koçlar yürüyor, arkada da yavrulamışları biraz bezgin, kuzuları ayak altında, bütün koyun sürüsü geliyordu. Sonra bir günlük kuzuları küfede sallaya sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, sonra dilleri bir karış sarkmış, kan ter içinde çomarlar, daha sonra da harmani gibi topuklarına dek inen devetüyü renginde abalarına bürünmüş iki kabadayı çoban.
Bütün bu topluluk, keyifli keyifli önümüzden geçiyor; bir sağanak gürültüsüyle yeri çiğneye çiğneye kapıdan içeri dalıyordu. Evdeki telaşı görmeliydiniz! Sorguçlu ve yeşilli, yaldızlı kocaman tavuslar, tünekleri üstünde, gelenleri tanıdılar ve korkunç bir boru sesiyle karşıladılar. Kümes halkının uykusu başına sıçradı, herkes ayakta: Güvercinler, beçtavukları, ördekler, hindiler, hepsi... Bütün kümes çılgına döndü, tavuklar sabahlamayı akıllarına koymuşlar!.. Sanki her koyun kendi postunda yabanıl bir Alp kokusu ve dağların o insanı sarhoş eden ve zıp zıp oynatan keskin havasından biraz getirmiş.
İşte böyle bir gürültü patırtı içinde, sürü yerine yerleşiyordu. Bu nasıl da hoş bir yerleşme. Eski yemliklerini görünce, yaşlı koçların gözleri sulanıyor, kuzular, miniminileri, yolda doğup da çiftliği hiç görmemiş olanları, şaşkın şaşkın, çevrelerine bakınıyorlardı.
Ama en dokunaklısı, köpeklerin haliydi: O sürünün çevresinde harıl harıl koşup duran ve çiftlikte gözleri sürüden başka bir şey görmeyen babacan çoban köpekleri!.. Evin köpeği, kulübesinden istediği kadar kendilerini çağırsın, kuyunun ağzına dek soğuk suyla dolu kovası, istediği kadar onlara işaret etsin; boşuna! Onlar, sürü ağıla girmedikçe, küçük çit kapısının sürgüsü sürülmedikçe ve çobanlar alçak tavanlı yemekhanede sofra başına oturmadıkça, hiçbir şeye kulak asmıyorlar. Ancak o zaman kulübelerine girmeye razı oluyorlar ve tiritlerini yalayıp yutarken, o kurtların dolaştığı ve ağızlarına dek çiğle dolu kıpkırmızı, koskocaman yüksük otlarının bulunduğu karanlık diyarda neler yaptıklarını anlatıyorlar.

BEAUCAIRE YOLCU ARABASI

Buraya geldiğim gündü. Pek öyle uzun boylu yollara düşmeden arabalığına dönüvermek olanağı varken, sırf çok uzaklardan geliyormuş duygusunu vermek için, yol boyunca salına salına dolaşan köhne bir salapuryaya, yani Beaucaire yolcu arabasına binmiştim. Üst katta, arabacıdan başka, beş kişiydik.
Önce, kısa boylu, tıknaz, kıllı, yabanıl hayvan kokan, iri gözleri kan çanağı, kulaklarında gümüş küpelerle bir Camargue korucusu, sonra iki Beaucaireli ekmekçiyle hamurcusu, ikisi de kıpkırmızı, tıknefes, ama yandan bakılınca profil görkemli, sanki Vitellius'un suratı kazınmış iki Roma madalyası... Bundan başka, en önde, arabacının yanında bir adam... Yoo, özür dilerim; bir kasket... Ağzını açmadan, üzgün üzgün yola bakan, tavşan derisinden kocaman bir kasket.
Bütün bu adamlar birbirlerini tanıyorlar ve hiç çekinmeden, yüksek sesle kendi işlerinden söz ediyorlardı. Camarguelı birisi, bir çobana yaba salladı diye, Nimes'daki sorgu yargıcının karşısına çıkarıldığını ve oradan döndüğünü anlatıyordu. Eh, Camarguelıların kanı kaynar doğrusu... Ya Beaucairelilerinki? Az kalsın Meryem Ana yüzünden birbirlerini boğazlayacaklardı. Sanırım ekmekçi, Provencelıların öteden beri "Anacık" dedikleri, hani o İsa çocuğu kollarında taşıyan Meryem Ana'ya bağlı kilisenin bağlılarındanmış. Hamurcusuysa, tersine, erden Meryem'e, hani kolları sarkık, ellerinden ışık saçan ve gülümseyen o güzel betime [tasvire] adanmış yepyeni bir kilisede ilahi okurmuş. İşte kavganın nedeni buydu. Bu iki sofu katoliğin, birbirlerine ve Meryem Analarına sövmeleri, asıl görülecek şeydi:
- O senin erden dediğin karının maşallahı vardır!
- Haydi sen de be! Sen de anacığının turşusunu kur!
- Seninki Filistin'de az mı fındık kırdı!
- Ya seninki?.. Hah, hah, bırak şu karıyı! Kim bilir ne haltlar etmiştir. İstersen bir sor bakalım, Yusuf Neccar'a!...
Bir bıçak bıçağa gelmedikleri kalmıştı. Hani o da olsaydı, insan kendini Napoli rıhtımlarında sanacaktı. Arabacı işe karışmasaydı, belki de bu güzel din tartışmasının sonu kötüye varacaktı. Bereket versin arabacıya. Beaucairelilere gülerek:
- Bırakın canım! Şu Meryem Ananızla kafa şişirmeyin! Bunlar, karı dedikodusu, karı. Erkekler böyle şeylere karışmaz! dedi ve her şeyden kuşkulanan bir adam tavrıyla kırbacını şaklattı. Onun bu hali, herkesi kendisine hak verdirdi.
Tartışma kesilmişti, ama bir kez coşmuş olan ekmekçi, içinde kalanları da şöyle bir boşaltmak istiyordu. Tuttu, köşesinde sessiz ve üzünçlü oturup duran zavallı kaskete, alaycı bir tavırla:
- Ya senin karı, bileyci?... dedi, seninkinin Meryem Anası, hangisi?
Bu tümcede pek gülünç bir cinas olmalı ki, bütün üst kattakiler hep birden, bastılar kahkahayı... Bileyci, gülmüyordu; sanki işitmemiş gibiydi. Ekmekçi, bu hali görünce, bana döndü:
- Karısını bilmezsiniz, değil mi mösyö? Acayip karıdır vesselam! Beaucaire'de bir eşi daha yoktur.
Gülüşmeler arttı. Bileyci kıpırdamadı bile. Yalnız, başını kaldırmadan, yavaşça:
- Sus be ekmekçi! demekle kaldı.
Ama bu hınzır ekmekçinin susmaya hiç de gönlü yoktu, yeniden tutturdu:
- Aman Allah! Böyle bir karısı olan herifin acınacak nesi var? İnsanın öylesiyle canı sıkılır mı hiç? Değil mi ya?.. Yosmayı her altı ayda bir kaçırırlar. Dönüşte de size bol bol öyküler anlatır... Hem canım, öyle karı kocalığa can kurban! Bakın, mösyö, daha evleneli bir yıl olmuştu ki, hop, karı bir çikolata tüccarıyla İspanya'ya kapağı attı. Kocası evinde yapayalnız kaldı. Zamanını ağlamakla, kafayı çekmekle geçirdi. Bir zaman sonra, gördük ki yosma, İspanyol kılığında, elinde bir zilli tef, memlekete dönmüş! Kendisine!
- Aman! dedik, saklan; herif seni öldürecek!..
Öldürmek ha!.. Allah için!.. Kuzu kuzu yine karı koca oldular. Karı tuttu, kendisine zilli tef çalmayı bile öğretti.
Yine kahkahalar koptu. Bileyci, köşesinde, yine başını kaldırmadan mırıldandı:
- Sus be ekmekçi!
Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını:
- Belki de bu yosma, İspanya'dan döndükten sonra, artık hanım hanımcık evinde oturdu, sanırsınız ha!.. Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol'dan sonra, bir subay peydahladı, sonra Rhône'da sandalcılık eden bir herif, daha sonra bir çalgıcı, daha sonra... yine birisi!.. Asıl işin hoş yanı, her seferinde aynı güldürü. Karı gitti mi, seninki ağlar; bir de dönüp geldi mi, çektiklerini çabucak unutur. Her zaman karıyı kaçırırlar, her seferinde herif yine kabul eder. Doğrusunu söyleyeyim, karı da karıdır ha! Lokman hekimin ye dediği!.. Şirin, kıvrak, fıkırdak mı fıkırdak; üstelik süt gibi bir ten, erkek gördü mü, hemen gülüveren ela ela gözler... Sözün kısası, Parisli mösyö, Beaucaire'e yolunuz düşerse...
Zavallı bileyci, yürek paralayan bir sesle:
- Ah, sus be ekmekçi! dedi. Yalvarırım sana...
Tam o sırada araba durdu. Anglores Çiftliği'ne varmıştık, Beucairelilerin ikisi de burada inecekti. Doğrusu, onları alıkoymak aklımdan bile geçmedi. Hınzır ekmekçi! Çiftliğin avlusundan hâlâ kahkahası duyuluyordu.
***
Bu adamlar gidince, arabanın üst katı boşalmıştı sanki. Camarguelı da Arles'da indi. Arabacı yolda, atlarının yanı sıra yürüyordu. Yukarıda, her birimiz kendi köşemizde, bileyciyle ben kalmıştım. Susuyorduk. Hava sıcaktı, arabanın meşini sanki yanıyordu. Zaman zaman gözlerimin kapandığını, başımın ağırlaştığını duyuyordum. Ama uyuyabilirsen uyu! Kulağımda hep o yumuşak, o insanın içini burkan "Sus be, yalvarırım sana!" sözü... Zavallı adam, o da uyumuyordu. Arkadan, koca omuzlarının ürperdiğini, elinin, o solgun ve kaba elinin yaşlı bir adamın eli gibi sıranın dayanılacak yerinde titrediğini görüyordum. Ağlıyordu...
Arabacı birdenbire bana:
- Parisli, geldik artık! diye seslendi. Kırbacıın ucuyla da, üstünde kocaman bir kelebek gibi iğnelenmiş değirmeniyle bizim tepeyi gösteriyordu.
Hemen inecektim... Bileycinin yanından geçerken, şu kasketin altına bir bakayım dedim. Gitmeden önce kendisini görmek istiyordum. Zavallı, niyetimi anlamış gibi, birdenbire başını kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti. Boğuk bir sesle:
- Bana iyi bak, arkadaş! dedi, günün birinde Beaucaire'de bir cinayet olduğunu duyacak olursan, hiç çekinmeden katilin kim olduğunu biliyorum diyebilirsin!
Yüzü küçücük solgun gözleriyle, nasıl da sönük ve üzünçlüydü. Bu gözler, yaş içindeydi, ama bu seste kin vardı. Kin, zayıfların öfkesi!.. Karısı olsaydım, kendisinden sakınırdım!

CORNILLE USTA'NIN GİZİ

Ara sıra, geceleri bizde şarap içerek vakit geçiren Francet Mamai yok mu? Hani canım, şu yaşlı fifreci! İşte o... Geçen akşam, yirmi yıl önce bizim değirmende geçen küçük bir köy faciasını anlattı. Adamın öyküsü bana öyle dokundu ki, ben de size duyduklarımı olduğu gibi anlatmak istiyorum:
Bir an düşünün sevgili okurlarım; buram buram kokan bir şarap testisinin önüne oturmuşsunuz da, yaşlı bir fifreciyi dinliyorsunuz.
Ah efendim, bizim memleket, eskiden bugünkü gibi ölü, sesi kısılmış bir yer değildi. Eskiden burada değirmencilik öyle işlek bir sanattı ki, çepeçevre on fersahlık yerden, çiftlikler öğütülecek buğdayı bize getirirlerdi. Köyü saran tepeler, yeldeğirmenleriyle kaplıydı. Sağda, solda, mistral (*) esince çamların üstünden, dönen kanatlarla, yollar boyunca inip çıkan çuval yüklü eşek katarlarından başka bir şey görülmezdi. Bütün hafta, yukarıdan gelen kırbaç seslerini, kanat tıkırtısını, değirmenci çıraklarının deh-çüşünü dinlemek, ne hoştu!... Pazarları, öbek öbek, değirmenlere giderdik. Yukarıda değirmenciler, bize şarap sunarlardı. Hele değirmenci kızları! Dantelalı atkıları ve altın haçlarıyla, kraliçeler gibi güzeldiler. Ben de fifremi getirirdim; gece oluncaya dek dans edilirdi. Değirmenciler, bizim memleketin şenliği, zenginliğiydi.
Ne yazık ki, Parisli birkaç Fransızın aklına, Tarascon yolu üzerinde bir un fabrikası kurmak geldi. Bilirsiniz ya, eskinin alıcısı olmaz, derler. Bizimkiler de buğdaylarını fabrikaya göndermeye başladılar. Zavallı yel değirmenleri, böylece işsiz kaldı. Başlangıçta, bir süre dayanmaya yeltendiler; ama fabrika daha güçlü çıktı ve hepsine topu attırdı... Artık o küçücük eşekler gelmez oldu... Güzel değirmenci kızları, altın haçlarını sattılar... Ne şarap kaldı, ne de dans... İstediği kadar mistral essin, kanatlar artık dönmüyordu... Sonunda bir gün, belediye bu yıkıntıları yerle bir ettirdi ve yerlerine asmalar ve zeytin ağaçları dikildi.
Ama bu bozgun havası içinde, bir tek değirmen kafa tutuyor ve tepenin üstünde, fabrikacılara inat, boyuna dönüp duruyordu. Bu, Cornille Usta'nın değirmeniydi; işte şu anda içinde bulunduğumuz değirmen!..
***
Cornille Usta, altmış yıldan beri unlar içinde yaşamış, sanatına çılgın gibi bağlı, yaşl bir değirmenciydi. Fabrikaların kurulması onu deliye döndürmüştü. Tam bir hafta, köyün içinde sağa sola başvurdu, halkı başına topladı, fabrika unuyla Provence halkını zehirlemek istediklerini bağıra çağıra söyledi, durdu. "Sakın ha, oraya gitmeyin," diyordu, "Bu haydutlar, un yapmak için buhar kullanıyor. Buhar şeytan işidir. Ama ben poyrazla, mistralle çalışırım. Poyrazla mistral, Tanrı'nın soluğudur..." Böylece yel değirmenlerini övmek için ne güzel sözler buluyordu; buluyordu, ama kimsenin kulak astığı da yoktu.
Bunun üzerine, yaşlı adam kudurmuşa dönerek değirmenine kapandı ve yabanıl bir hayvan gibi, tek başına yaşadı. Yanına torunu Vivette'i bile almak istemiyordu. On beş yaşındaki bu kız çocuğunun, anası babası öldükten sonra, dünyada ondan başka kimsesi kalmamıştı. Kızcağız, karnını doyurmak için şurada burada, çiftliklerde ekin kaldırdı, ipek böceklerine baktı, zeytin ağaçlarının dibini çapaladı. Oysa büyükbabası kendisini de pek sever görünüyordu. Sık sık torununu görmek için kızgın güneşin altında, ta kızın çalıştığı çiftliğe dek, saatlerce taban tepiyor ve yanına gelince de, saatlerce kızın yüzüne bakarak ağlıyordu...
Memlekette herkes, yaşlı değirmencinin, elisıkılıktan Vivette'i kapı dışarı ettiğini sanıyordu. Torununun böyle, bir çiftlikten öbür çiftliğe sürünüp durması, kahyaların kabalığına hedef olması, genç hizmetçiler dünyasının her türlü yoksunluğu içinde yuvarlanıp gitmesi, hep onun suçudur, deniyordu. Sonra Cornille Usta gibi tanınmış, o zamana dek herkesin saydığı bir adamın, yalınayak, başında delik deşik bir külah, sırtında lime lime bir ceket, sokaklarda dolaşması, hiç de hoşa gitmiyordu... Öyle ki, pazarları kiliseye girdiğini görünce, biz yaşlılar, onun hesabına utanıyorduk. Cornille, bu durumumuzu anlamıştı; o da gelip ileri gelenlere ayrılmış olan sıraya oturmaktan çekiniyor, kilisenin bir yanında, kutsal su kabının yanıbaşında, yoksullarla birlikte ayakta duruyordu.
Cornille Usta'nın halinde, anlamını pek kavrayamadığımız bir şeyler vardı yine. Epey zamandan beri, köyden kendisine kimsenin buğday götürdüğü yoktu, ama değirmenin kanatları, yine eskisi gibi dönüp duruyordu... Akşamları, yollarda, önüne kocaman un çuvalları yüklü eşeğini katmış giden yaşlı değirmenciye raslayanlar çoktu. Köylüler ona:
- Akşamlar hayır olsun, Cornille Usta! diye sesleniyorlardı. Nasıl, değirmen hep dönüyor mu?
Yaşlı adam, neşeli neşeli:
- Hep dönüyor, çocuğum! diyordu. Tanrı'ya şükür, işsiz kaldığımız yok!
Bunca işi nereden bulduğu sorulunca da, parmağını dudağına götürüyor ve pek ciddi bir tavırla, "Aman susss!" diyordu. "Dışsatım için çalışıyorum..." Ağzından daha çoğunu kapmak olanaksızdı.
Değirmene ayak basmaya gelince, onu bir kalem geç. Vivetteciğin bile girdiği yoktu...
Önünden geçildikçe, kapının hep kapalı, kocaman kanatlarınsa hep dönmekte olduğu görülürdü. Kocamış eşek hep alandaki çimenlerin üzerinde otlar, pencerenin pervazında upuzun ve sıska bir kedi güneşlenir ve gelip geçene hain hain bakardı.
Bütün bunlar, halka gizemli geliyor ve herkesin çenesini yoruyordu. Cornille Usta'nın gizini, herkes kendine göre açıklıyordu. Ama genel kanı, bu değirmende un çuvalından çok altın bulunduğu yolundaydı.
***
Sonunda her şey ortaya çıktı. Bakın nasıl:
Genç kızlarla delikanlıları fifre çalarak dans ettirip dururken, bir gün, bizim oğlanların büyüğüyle Vivetteciğin birbirlerine abayı yaktıklarını anladım. Doğrusu bu işe hiç de kızmadım, çünkü ne de olsa Cornille adının aramızda onuru, saygınlığı vardı; hem sonra, o güzel kızcağızın evimde keklik gibi sektiğini görmek pek hoşuma gidecekti. Yalnız, bizim sevdalılar, birbirlerini pek sık gördükleri için, ne olur ne olmaz, bir kaza çıkmasın diye, hemen işi yoluna koymak istedim ve büyükbabaya konuyu çıtlatmak amacıyla değirmene yollandım. Yollandım ama, yaşlı büyücüye kapıyı açtırmak ne mü**ün! Anahtar deliğinden, zar zor, ne için geldiğimi anlatmak istedim. Söz söylerken, o Tanrı'nın belası sıska kedi, tepemin üstünde şeytan gibi pıhlayıp duruyordu.
Yaşlı adam sözümü bitirmeme bile zaman bırakmadı. Ağzına geleni, bağıra çağıra söyledi durdu. Yok defolup gitmeliymişim, yok fifremle uğraşmalıymışım, yok oğlumu hemen evlendirmek istiyorsam, un fabrikasından kız almalıymışım... Elbette, bu kötü sözleri duyunca kan beynime sıçradı, ama yine kendimi tuttum; bunağı değirmende bırakarak döndüm ve çocuklara başıma gelenleri anlattım. Yavrucaklar bir türlü inanamıyorlardı. Her ikisi de birlikte, büyükbabayla görüşmek üzere değirmene gitmek iznini, bir iyilikmiş gibi isteyince, ben de olmaz diyemedim. Bizim sevdalılar da, fırt, hemen uçup gittiler.
Tam yukarıya vardıkları sırada, Cornille Usta değirmenden çıkmışmış. Kapı adamakıllı kilitliymiş, ama yaşlı adam merdivenini dışarıda bırakmış. Hemen çocukların aklına, pencereden girip şu ünlü değirmene bir göz atmak gelmiş...
Tuhaf şey! Değirmen taşının bulunduğu yer, bomboşmuş. Ne bir çuval, ne bir buğday tanesi... Ne duvarlarda, ne de örümcek ağlarının üstünde undan bir iz varmış. Değirmenlerde duyulan o sıcak öğütülmüş buğday kokusu bile yokmuş... Ana mil toz içindeymiş ve sıska kedi, üstüne çıkmış, uyuyormuş.
Alttaki odada da aynı durum... Kötü bir yatak, bir kaç paçavra, merdivenin basamağı üzerinde bir parça ekmek, sonra bir köşede, patlamış yerlerinden kireç ve alçı topakları dökülen üç, dört çuval...
İşte Cornille Usta'nın gizi buradaydı. Değirmenin onurunu kurtarmak ve herkesi içerde buğday öğütüldüğüne inandırmak için, akşamları yollarda dolaştırdığı şey, bu alçı ve kireç döküntüsüydü. Zavallı değirmen! Zavallı Cornille!... Çoktan beri un fabrikaları, bütün işi ellerine almışlardı. Kanatlar, boyuna işliyordu, ama değirmen taşı boşta dönüyordu.
Çocuklar ağlaya ağlaya bana gördüklerini anlattılar. Onları dinledikçe, yüreğim parçalanacak gibi oluyordu. Hemen, dakika geçirmeden, komşulara koştum ve onlara, iki sözle konuyu anlattım. Hemen, evlerde tahıl olarak ne varsa yükletip Cornille'in değirmenine götürmeyi kararlaştırdık. Dediğimizi de hemen yaptık. Bütün köy halkı yola düzüldük ve buğday (ama bu kez gerçek buğday) yüklü bir eşek kervanıyla yukarıya vardık.
Değirmenin kapıları ardına dek açıktı... Cornille Usta kapının önünde, bir alçı çuvalının üstüne oturmuş, başını elleri arasına almış, ağlayıp duruyordu. Değirmene döndüğü zaman, kendisi yokken içeriye girdiklerini ve o üzücü gizi öğrendiklerini anlamıştı.
- Vah zavallı ben! diyordu, artık ölmekten başka umarım kalmadı... Değirmenin onuru bitti!
Değirmenine türlü türlü adlar takıp, ona bir insanmış gibi söz söyleyerek, yürekleri paralayan hıçkırıklarla durmadan ağlıyordu.
Bu sırada eşekler, değirmenin önündeki düzlüğe varmışlardı; biz de, o eski zamanlarda olduğu gibi, var gücümüzle:
- Hey değirmenci! Hey, Cornille Usta! diye bağrışmaya başladık.
Hemen çuvallar kapının önüne yığıldı ve altın gibi buğday taneleri, her yandan yerlere döküldü.
Cornille Usta'nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Buruşuk elinin avucuna buğday doldurmuş, hem gülüyor, hem ağlıyor, hem de:
- Buğday bu! Tanrım! diyordu, hem de iyisinden. Bırakın da seyredeyim.
Sonra bize dönerek:
- Ah, yine bana geleceğinizi biliyordum, diyordu. Bütün bu un fabrikalarındaki herifler hırsızdır.
Kendisini omzumuza alarak alayla köye götürmek istiyorduk:
- Hayır, olmaz çocuklarım, diyordu. Her şeyden önce gidip değirmenime besinini vereyim. Ne zamandan beri ağzına bir lokma girmedi.
Zavallı yaşlı adamın, bir yandan çuvalları boşaltmak, bir yandan da unun incecik beyaz tozu tavana yükselirken değirmentaşını yönetmek için bir sağa, bir sola çırpınıp durduğunu gördükçe, hepimizin gözleri doluyordu.
Kendimizi övmek gibi olmasın, ama o günden sonra, yaşlı değirmenciyi hiç işsiz bırakmadık. Sonunda, bir sabah Cornille Usta öldü ve bizim son yeldeğirmenimizin kanatları bu kez sonsuza dek durdu... Cornille ölünce, kimse onun yerine geçmedi. Ne yaparsınız efendim! Bu dünyada her şeyin bir sonu var. Rhône boyunca gidip gelen pazar kayıklarının, kukuleteli boyun atkılarının, iri çiçekli ceketlerin modası nasıl geçmişse, yeldeğirmenleri de artık tarihe karışmış olmalı!.
yazık lan adam senden özetini istedi :mrgreen:
 
Kayıt
14 Mayıs 2007
Mesajlar
24.644
Beğeniler
3
Şehir
İstanbul
BaTTeRST demiş ki:
Sokrates'in Savunması

Eflâtun

Fakat gerçek şudur ki Ey Atinalılar, tek gerçek bilge vardır, o da tanrıdır.

Ve bu bilmecesiyle insanların bilgeliğinin aslında bir hiç olduğunu veya çok az şey ifade ettiğini göstermeyi amaçlıyor. Bu işte benim ismimi sadece bir misal olarak kullanıyor ve şöyle demek istiyor sanki: "Ey insanlar! Sizin en bilgeniz, Sokrates gibi kendi bilgeliğinin gerçekte bir hiç olduğunu bilendir." (...)

Belki içinizden birisi şöyle diyecek:"Peki Sokrates, seni ölüm cezasının eşiğine getiren böyle bir hayat yaşamaktan utanç duymuyor musun?" Ona şöyle cevap veririm: Yanılıyorsunuz dostum, hiç bir şeye değmeyen bir adam bile, hayatını ölüm ve yaşam ihtimallerini hesaplayarak geçirmemelidir; düşünmesi gereken tek şey, yaptığı işin iyi mi yoksa kötü mü olduğudur, yani iyi bir adam olarak mı, yoksa kötü adam olarak mı yaşadığıdır. (...)

Hiç kimse, başa gelebilecek en büyük kötülük zannedilen ölümün, belki de en büyük iyilik olduğunu bilemez. Bu bilgisizlik, yani kişinin bilmediği şeyi bildiğini zannetmesi, onursuz bir cehalet değil midir? İşte sadece bu bakımdan, normal insandan farklı olduğumu düşünüyorum ve belki de bu bakımdan onlardan daha bilgeyim. Çünkü ölümden sonrası hakkında bir şey bilmediğim gibi, bilmediğimin de farkındayım. (...)

Savaşta olduğu gibi, hukukta da, ne ben ne de başkası ölümden kurtulmak için her yolu kullanmamalıdır. Çarpışma sırasında çoğu zaman görülür; adam silahlarını bırakır da düşmanının önünde diz çökerse ölümden kurtulacağı kesin gibidir. Ve eğer bir adam her şeyi söyleyecek ve yapacak kadar güçsüzse her tehlike karşısında ölümden kaçmak için sayısız yol bulabilir. Zor olan, dostlarım, ölümden kurtulmak değil, kötülük yapmaktan kaçmaktır, çünkü o, ölümden daha hızlı koşar. (...)

İnsanları öldürerek, yaşadığınız kötü hayatın kınanmasından kurtulacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu ne çok mü**ün, ne de şerefli bir kaçış yoludur. En kolay ve en asil yol başkalarını susturmak değil, kendinizi mü**ün olduğunca iyileştirmektir. Beni ölüme mahkum edenler için söyleyeceğim son söz budur. (...)

Fakat neden sevgili dostum Krito, sıradan çoğunluğun düşüncesine bu kadar önem veriyorsun? Dikkate alınması gereken, gerçekten düşünceli insanlardır, onlar gerçekleri olduğu gibi kabul edecektir. (...)

SOKRATES:

Hiç kimsenin hiç bir zaman isteyerek haksızlık yapmaması gerektiğine mi inanıyoruz, yoksa bu şartlara göre değişir mi? Genelde kabul ettiğimiz şekilde, haksızlık yapmak her zaman kötü ve onur kırıcı mıdır? Yoksa önceden kabul ettiğimiz bütün fikirleri, şu bir kaç gün içinde fırlatıp attık mı? Yoksa bu yaşımızda sen ve ben, bütün hayatımızı bir çift çocuktan farksız olduğumuzu anlamadan bütün bu ciddi tartışmaları yaparak mı harcamışız? Yoksa, çoğunluğun görüşüne aykırı da olsa, daha iyi veya kötü sonuçlar doğursa da, söylediğimizin doğruluğunda ısrar mı edeceğiz, yani; haksızlık, onu yapan için her zaman kötü ve onur kırıcıdır. Böyle diyecek miyiz, demeyecek miyiz?

KRİTO:

Evet, diyebiliriz.

SOKRATES:

O halde, hangi şartlarda olursa olsun hiç kimse haksızlık yapmamalıdır. (...)

"Ve gerçek filozoflar bunları dikkate alınca, düşündüklerini şu sözlerle ifade etmeyecekler mi: Bizi ve argümanımızı, biz bedendeyken ve ruh bedenin kötülükleriyle karışmışken, bizim arzumuz yerine gelmeyecek sonucuna vardıran bir düşünce yolu bulamadık mı? Bizim arzumuz, hakikattir. Çünkü bedenimiz sadece yemek gereksinimi nedeniyle sayısız karışıkılığın kaynağıdır, bizi yakalayan ve gerçek peşinde koşmaktan alıkoyan hastalıklara maruz bırakır: Bizi aşklarla, hırslarla, korkularla, her çeşit hayalle ve sınırsız budalalıkla, insanların çok doğru söylediği gibi, düşünce gücünü bizden alır.

Savaşlar, çarpışmlar, ayrılıklar nereden ileri gelir? Beden ve onun hırslarından değil mi? Bütün savaşlar para sevgisinden ortaya çıkar ve para beden için ve ona köle gibi hizmet için elde edilir ve bütün bu engellemeler nedeniyle felsefeye verecek zamanımız kalmaz, sonuncu ve en kötüsü, vücut bize boş zaman verse, biz de kendimizi düşünmeye versek bile, her zaman onu kırar ve içimize girer, sorgulamalarımızda kargaşaya ve kafamızın karışmasına sebep olur ve bizi öyle şaşırtır ki, gerçeği görmemizi engeller.

Bu, bize şu tecrübeyle ispatlanmıştır ki, bir şeyin saf bilgisine sahip olacaksak, vücuttan dışarı çıkmalıyız -ruh, şeyleri kendi kendine görmeli, ancak ondan sonra istediğimiz ve sevdiğimizi söylediğimiz şeylere ulaşabiliriz. Bilgelik yaşarken değil, fakat tartışmanın gösterdiği gibi, ancak ölümden sonra elde edilir, çünkü bedenle arkadaşlık içindeyken ruh saf bilgiye sahip olamaz ve şu iki şeyden birisi takip eder: Bilgi ya hiç elde edilemez, ya da elde edilirse, ölümden sonra, çünkü ancak ondan sonra (o zamana kadar değil), ruh bedenden ayrılır ve kendi başına var olur. Şu anki hayatta, bedenle en az ilişkimiz ve birliketliğimiz olduğu zaman bilgiye en yakın olduğumuzu düşünüyoruz ve tanrının kendisi bizi serbest bırakmaya lutfedene kadar kendimizi saf tutuyoruz.

Ve böylece vücudun aptallıkların kurtulmuş olarak saf olmayı ve safla görüşmeyi sürdürmeyi, ve bence hakikatten başkası olmayan safi mükemmellikte varolanları kendi başımıza bilmeyi bekleyebiliriz. Çünkü karışık olan saf olanı elinde bulunduramaz. İşte bunlar Simmias, bilginin gerçek aşıklarının düşünmeden ve birbirlerine söylemeden edemedikleri çeşitten sözlerdir. (...)

"Ve ölümün yaklaşmasından yakınan bir adam görürsen, onun bu isteksizliği, onun bilgeliğe aşık değil, vücuduna ve muhtemelen aynı zamanda para veya her ikisine aşık birisi olduğuna yeter bir delil değil midir?" (...)

"Ancak belki de bir korku, zevk veya acının başka bir korku, zevk veya acıyla, sanki bunlar madeni paraymış gibi değişilmesi, büyüğü küçükle değişmek erdem ölçeğine göre doğru bir değişim değildir. Sevgili dostum Simmias, bütün bunların değiştirilmesi için sadece bir tek doğru para yok mudur? İşte bu, bilgeliktir.Ve sadece bununla birlikte gerçek cesarete, ölçülülüğe veya adalete ulaşırız. Gerçek erdem, korkuların, zevklerin veya benzeri diğer iyilikler ya da kötülüklerin ona katılıp katılmamasının hiç bir önemi olmadığı, kendisine bilgeliğin eşlik ettiği şey değil midir? Fakat bilgelikten ayrılmış ve birbirleriyle karışmış bu tip şeylerden oluşmuş erdem, sağlık ve gerçeklik de yoktur. Gerçek çok uzaklardadır: Ölçüsüzlük, adalet ve cesaret gerçekte bütün bunlardan arınmaktır ve bilgeliğin kendisi belki bu saflığı sağlayan vaftizdir. (...)

Fakat şimdi, ruhun ölümsüzlüğü açıkça ortaya konulduğuna göre, onun için en yüksek erdemi ve bilgeliği elde etmek dışında bir serbest kalış veya kurtuluş yoktur. Çünkü ruhun öteki dünyaya olan yolculuğu sırasında yanında götürebileceği tek şey eğitim ve terbiyedir, ve bunlar oraya olan yolculuğunun en başında karşılaşabileceği en büyük fayda veya engeldir. (...)

Son olarak, hayatlarını daima dindarlık ve iyilik içinde geçirmiş olanlar, bu dünyevi hapishaneden kurtulurlar ve yukarıdaki saf ve temiz evlerine giderler ve gerçek dünyada ikamet ederler. (...)

Sağduyulu bir adam, ruh ve onun oturacağı yerler hakkında anlattığım şeylerin tamamen doğru olduğunu iddia etmemelidir. Ancak, ben şunu söyleyebilirim ki, ruhun ölümsüz olduğu gösterildiğine göre, bir insanın bu çeşit bir şeyin doğru olduğunu düşünmesi yanlış ve değersiz değildir. Bu, alınmaya değer bir risktir ve kişi buna benzer kuvvetli sözlerle kendini teskin etmelidir, hikâyeyi uzatmamın nedeni de buydu.
tsk ederim BaTTeRST
 
Kayıt
25 Nisan 2007
Mesajlar
3.134
Beğeniler
2
Şehir
University
Selamlar..
Orhan Pamuk'un 2 tane roman özetini istiyorum.Yardım edeceginize eminim :lolmuch: Wink Kolay gelsin arkadaslar..
 
Kayıt
13 Ağustos 2007
Mesajlar
3.022
Beğeniler
0
Şehir
ora bura şura bide ora
Kitabın Yazarı : Orhan PAMUK
Kitap ismi : Sessiz ev


Kitabın Konusu:
Biri tarihçi, biri devrimci, biri de zengin olmayı kafasına koymuş üç torunun, 1980 yazında İstanbul’dan elli kilometre uzakta, Cennethisar’da yaşayan babaannelerini konağında geçirdikleri bir haftanın öyküsüdür.

Kitabın Özeti:
Yüzyılın başında, siyasetle uğraştığı için İstanbul’dan uzaklaştırılan, sürgüne gönderilen dede, Cennethisar’da bir konağa yerleşmiş Bütün yaşamını Doğu ile batı arasındaki uçurumu bir çırpıda kapatacağını sandığı büyük bir ansiklopedinin yazımına vermiştir. Öldükten sonra babaanne ve yanında çalıştırdığı cüce bir kahya tek başlarına yaşayıp gitmektedirler. Her yaz olduğu gibi bu yaz da şehirden gelecek torunları beklemektedirler. Torunlar gelince, tam babaannenin düşündüğü gibi aynı konuşmalar yapılır ve herkes kendi odasına ve kendi dünyasına çekilir. Babaanneyle beraber dedelerinin mezarını ziyaret ederler. Kitapta belirli bir konu işlenmemekte. Aslında kitabı ilginç yapan da bu. Olaylar sırasında kişilerin kendi bakış açılarından düşüncelerini anılarını öğreniyorsunuz. Genel olarak iki aşk hikayesi işlenmiş. Aslında ikisi de platonik. Torunlardan biri olan Nilgün’e hala Cennethisarda oturan eski çocukluk aşkı ilgi gösteriyor. Adı Hasan olan bu platonik aşık geçen zaman içinde solcu görüşlerin etkisinde kalmış ve kasabada sanki onların bir adamı olarak yardım parası manasında haraç toplamaktadır. Diğer bir torun olan Metin ise Ceylan adındaki zengin bir kıza aşıktır. Bir süre sonra evdekilerin de bundan haberleri olacaktır. Faruk Bey uzun zamandır aşırı derecede içki içmektedir. Ev halkı ve babaane bunu görüp elinden bir şeyin gelmemesi nedeniyle üzülmektedirler. Olaylar çoğu zaman kişilerin kendi anılarıyla kesilemktedir. Kitabın sonlarına doğru Nilgün’ün cumhuriyet gazetesi aldığını gören Hasan Nilgün ile tartışırlar. Tartışma sonucu yere düşen Nilgün bir gün sonra beyin kanamasından hayatını kaybeder.

Kitabın Ana Fikri:
Doğu ile batı arasındaki uçurumun bir anda bulunan bir buluşla değil ancak ve ancak insanların kafalarındaki değişmelerle kapatılabileceği.

Kitaptaki olaylar ve şahısların değerlendirilmesi:

Babaanne : (Fatma Hanım)90 yaşına gelmiş, torunlarını seven ancak onların babaannelerine soğuk davranmalarından hoşlanmayan, daha fazla ilgi isteyen evin sahibesi.
Faruk Bey : Kendisini içkiye kaptırmış, hayatta kaybettiklerini unutmaya çalışan ve gelecekten umudunu tamamen kesmiş biri.
Nilgün : Torunlardan ikincisi. Belkide babaanneyi anlayan en iyi insan. Küçük yaşta anne ve babasın kaybetmiş olması ve kız torun olmasından dolayı hayaa biraz daha farklı bakan bir kişi. Hasan’ın kendisine aşık olduğundan uzun bir süre habersiz.
Metin : Cennethisar’a biraz olsun eski günleri tazelemek ve yeni aşklar yaşamak için gelmiş biri. Kasabadaki arkadaşlarıyla birlikte dolaşıp zaman öldürür.
Recep : Evin cüce uşağı. Babaanneye bakıyor. Kasabalılar cüce olduğu için biraz garip davranıyorlar. Kalabalıktan ve değişimden babaanne gibi pek hoşlanmayan biri.

Kitap hakkında şahsi görüş:
Kitabın anlatım şekli daha önce okuduğum kitaplara hiç benzemiyor. Kitap şahısların bakış açılarından çoğu zaman hangi kişi tarafından olayların gözlendiği anlaşılamadan okuyucuya sunuluyor. Böylelikle okuyucu konu hakkında bir çok farklı bakış açısına sahip oluyor. Bu nedenle de daha önce okuduğunuz kitaplara benzemiyor.

Yazar hakkında bilgi:
Orhan Pamuk
1952’de İstanbul’da doğdu ve Cevdet Bey ve Oğulları ve Kara Kitap adlı romanlarında anlattığına benzer bir ailede, Nişantaşı’nda büyüyüp yetişti. New York’ta geçirdiği üç yıl dışında hep İstanbul’da yaşadı. Liseyi Robert Koleji’nde bitirdi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde üç yıl mimarlık okudu, 1976’da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. 1974’den başlayarak düzenli bir şekilde yazı yazmayı kendine iş edindi. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları 1979’da Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nı kazandı. 1982’de yayımlanan bu kitap 1983 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü de aldı. Aynı yıl ilk baskısı çıkan Sessiz Ev ile 1984 Madaralı Roman Ödülü’nü ve bu kitabın Fransa’da çıkan çevirisiyle de 1991 Prix de la découverte européenne’i (Avrupa Keşif Ödülü) kazandı. 1985’de yayımlanan tarihî romanı Beyaz Kale Pamuk’un ününü yurt içinde ve yurt dışında genişletti. New York Times gazetesinin “Doğu’da bir yıldız yükseldi” sözleriyle karşıladığı bu kitap, belli başlı bütün Batı dillerine çevrildi. 1990’da yayımlanan Kara Kitap, karmaşıklığı, zenginliği ve doluluğuyla çağdaş Türk edebiyatının üzerinde en fazla tartışılan ve en çok okunan romanlarından biri oldu. Ömer Kavur’un yönetmenliğini yaptığı Gizli Yüz filminin senaryosunu da Pamuk 1992 yılında kitaplaştırdı. 1994’te yayımlanan ve esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli gençleri hikâye ettiği Yeni Hayat adlı romanı Türk edebiyatının en çok okunan kitaplarından biri oldu. 1998’de yayımladığı Benim Adım Kırmızı adlı romanı olağanüstü bir ilgi gördü. Romanları yirmi dile çevrilen Orhan Pamuk yirmi beş yıldır tuttuğu defterler, dergi ve gazetelere yazdığı yazılar, denemeler, eleştiri yazıları, röportajlar ve gezi notlarından yaptığı titiz bir seçme ile daha önce yayımlanmamış “Pencereden Bakmak” adlı uzun hikâyesini Aralık 1998’de Öteki Renkler başlığıyla kitaplaştırdı.
 
Kayıt
13 Ağustos 2007
Mesajlar
3.022
Beğeniler
0
Şehir
ora bura şura bide ora
Kitap Yazarı : Orhan Pamuk
Kitap adı : Benim Adım Kırmızı

KİTABIN ÖZETİ :

Benim Adım Kırmızı; Orhan PAMUK imzalı “Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev, Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat” gibi eserlerden sonra farklı bir tarzda yazılmış. Orhan Pamuk da son kitabını “en renkli ve en iyimser romanım” olarak nitelendiriyor.

Konusuna gelince;

Biraz geçmişe gidiyoruz. 1591 senesi, kış ayları, İstanbul. İki erkek çocuğu annesi güzeller güzeli Şeküre’nin kocası dört yıldır savaştan dönmemiştir. Çocukluk aşkı, yeğeni Kara ise aşkını açıkladığı için evden kovulmuş ve ancak on iki sene sonra İstanbul’a dönebilmiştir. Döner dönmez de hala çok sevdiği Şeküre ile evlenmenin yollarını arar.

Babası ve iki çocuğu ile birlikte kalan Şeküre’nin gönlü hem Kara’da hem de kocasının kardeşi Hasan’dadır. Şeküre’nin babası yani Kara’nın eniştesi Padişahın emri ile gizli bir kitap yaptırmaktadır. Kitabın gizli Avrupai usuller kullanarak resmetmekten gelir. Enişte Efendi Osmanlı sarayının ünlü nakkaşları Kelebek, Zeytin ve Leyleği kitabın nakışlarını yapmaları için görevlendirir. Tezhibi de Zarif efendi yapmaktadır. Koyu bir taassup içinde olan Erzurumlu Hoca Efendi ve taraftarları ise geleneklere ve dine aykırı bir şeyler çevrildiğini anlamıştır ve Zarif Efendi de bu düşüncededir. Her gece kahveye toplanan nakkaşlar ve hattatlar bir meddahın resimlerle anlattığı sivri dilli ve Erzurumlu Hoca karşıtı hikayelerle eğlenirler. Zarif Efendinin işlerine köstek olacağını anlayan nakkaşlardan biri Zarif Efendiyi öldürür. Romanın geriye kalan kısmı katilin bulunmaya çalışması, nakışta üslup ve imzanın yeri, doğru ve batının yeri üzerine kahramanların düşünceleri ile örülüdür. Böylece kitap bir çok eğlenceliği bir arada barındırmaktadır aslında…

Eski resim sanatının incelikleri ve düşünce yapısı ile ilgili türlü hikayeler ve bilgiler, eski; İstanbul’un dar sokaklarında gezintiler, bohçacı kadınlar, incili yastıklar, fıstık yeşili feraceler, kırmızı yelekler kuru kayısılı pilavlar, hoşaflar, tarhana çorbaları… Tabii bunun yanında kelle uçurmalar, gözlerine iğneler batıranlar ve daha türlü kan kokulu sahneler de mevcut. Katilin kimliğini bulmaya çalışmak bile kitabın sonuna kadar yeterince oyalayıcı. Osmanlı tarihi ve eski resim sanatı ile fazla ilginiz yoksa bazı bölümleri fazla uzatılmış ve tekrar edici bulabilirsiniz. Bunu da romanın kusuru sayalım. 470 sayfalık ince ince kurgulanmış bu romanın son sayfasını çevirip de kapağını kapattığınızda gül ve küf kokularıyla kaldırmadan önce gülümsediğinizi fark edeceksiniz.

SONUÇ :

A. KİTABIN ANA FİKRİ :

Hayatta karşılaşılabilecek her türlü olumlu veya olumsuz şartlar karşısında dahi yaşama ümidi ve sevinci kaybedilmemelidir.

B. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :

“Benim Adım Kırmız” adlı kitap Orhan PAMUK’un diğer romanlarına göre farklı tarzda yazılmıştır. Yazar kitabından “en renkli ve en iyimser romanım” diye bahsetmektedir.

C. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :

Kitabın bazı bölümleri, Osmanlı Tarihi ve Eski Resim Sanatı ile özellikle ilgilenen personel için hariç, fazla uzatılıp, tekrar edici mahiyette olduğundan sıkıcı bulunabilir. Lüzumsuz tekrarlar kaldırılırsa zevkle okunabilecek bir roman olabilir.
 
Kayıt
22 Şubat 2008
Mesajlar
65
Beğeniler
0
Çavdar Tarlasında Çocuklar bunu bulmayı denemek isteyen özetini bekliyom popcorn popcorn popcorn popcorn popcorn popcorn popcorn popcorn
 
Kayıt
13 Ağustos 2007
Mesajlar
3.022
Beğeniler
0
Şehir
ora bura şura bide ora
XcZiaN demiş ki:
Çavdar Tarlasında Çocuklar bunu bulmayı denemek isteyen özetini bekliyom popcorn popcorn popcorn popcorn popcorn popcorn popcorn popcorn
Buyur arkadaşım mucX


Hikaye ilk ağızdan anlatılır. Holden Caulfield`ın üç gününü kapsayan kitap, Holden`ın okuduğu Pencey Prep`ten yılbaşından (tahminen 1949) hemen önce kovulmasıyla başlar. Daha önce üç okuldan daha kovulmuştur ve bu sefer ailesiyle yüzleşmemek için eve gitmek istemez. İlk önce eski tarih hocası Mr.Spencer`ı ziyaret eder. Canını sıkan hocasından kurtulan Caulfield, yurda döner fakat orada da başta yakışıklı ve atletik Stradlater olmak üzere yurt arkadaşlarıyla kapışır ve orayı da küfürler savurarak terk eder.

New York City`de içmiş şekilde gezmeye başlayan Caulfield, tanıdıklarıyla rastlaşır. Sürekli olarak etrafındaki her insanın "samimiyetsiz/yapmacık (phony)" olduğunu söyleyen Caulfield sonunda bir otele çekilir ve bekaretini kaybetmek için bir pezevenkle kız konusunda anlaşır. Odasına yaşıtı olduğunu tahmin ettiği bir kız gelir fakat nedense sevişmek istemeyen Holden yüzünden işler yolunda gitmez ve pezevenk fazladan 5$ daha alır. Holden daha sonra eski kız arkadaşlarından Sally Hayes ile çıkmaya karar verir ve onu arar. Beraber tiyatroya ve buz pateni yapmaya giderler. Sonunda dayanamayan Caulfield kıza hakaret eder. Sally kaçtıktan sonra Caulfield bunalmış bir şekilde, ailesine çaktırmadan kız kardeşi Phoebe`yi görmek için eve gider. Küçük kız kardeşi ona yılbaşı için para verir, ailesi geldiği anda da evden kaçar.

Kitabın sonlarına doğru, Holden güvendiği tek hoca olan Mr.Antolini`nin evine gider. Hocası ona geleceği için mantıklı ve yararlı öğütler verir. Uyumaya başlayan Caulfield gözlerini açtığında hocasının onun alnını okşadığını görür. Neden bunu yaptığı kitapta tam açıklanmasa da Holden bunu hocasının eşcinsel eğilimlerine yorar. Evden kaçan Holden, bir tren istasyonunda uyuyakalır, sabah kalktığında da Batı`ya doğru otostop çekip gitmeyi kafasına koymuştur. Tanıdığı bütün insanlardan kaçıp vardığı yerde sağır taklidi yaparak bambaşka bir hayat sürecektir. Fakat önce bitirilmesi gereken bir iş vardır, kız kardeşinin parasını geri vermek.

Holden, Phoebe`nin okuluna gider ve sekretere kız kardeşini öğle tenefüsünde Mumya Müzesi`nde beklediğine dair bir not bırakır. Phoebe, Holden`ın yanına vardığında elbiselerle dolu bir bavul taşımaktadır, niyeti bellidir ağabeyiyle birlikte gitmek. Holden sertçe reddeder, kız kardeşine kötü örnek olduğunu düşünmeye başlamıştır artık. Phoebe ona küser ve Holden gitmekten vazgeçtiğini söyler, kız kardeşini bir lunaparka götürür. Atlı karıncaya binen Phoebe, Holden`ı neredeyse ağlatacak kadar mutlu eder.

Holden Caulfield`ın hikayeyi anlatması burada bitiyor. Günümüze dönerek olaylardan sonra hastalandığını, şu anda bir psikaytrist ile görüştüğünü ve sonbaharda okula gideceğinden bahsederek kitabı sonlandırıyor.

Karakterler

* Holden Caulfield. Hikayenin anlatıcısı. Olaylar 16 yaşındaki Holden`ın gözünden anlatılmaktadır ve zaman zaman olayların gelişimi hakkında okuyucuya yalan söylemektedir.
* Phoebe Caulfield. Holden`ın ufak kız kardeşi. Zaman zaman Phoebe`ye sinirlenir Holden, fakat kardeşi henüz masumiyetini kaybetmediğinden onu hiçbir zaman "yapmacıklıkla" suçlamaz.
* Allie Caulfield. Allie, Holden`ın ölen erkek kardeşidir. Neden öldüğü kitapta hiçbir zaman açıklanmaz, fakat ölümü büyük olasılıkla Holden`ın yaşadığı vahşi ergenlik sürecinin önemli tetikleyicilerinden biridir.
* D. B. Caulfield. D.B., Holden`ın ağabeyidir. Hollywood için senaryo yazmaktadır ve yazdıkları çok satılmaktadır. Holden bunlardan hoşlansa bile bunu açıkça belirtmez, çünkü bu öyküler çok satmıştır ve ağabeyi yapmacıktır.
* Robert Ackley. Caulfield`ın oda arkadaşı. Sivilceli bir yüze sahiptir, daha mahçup olması gerekirken aksine karakter olarak da sinir bir kişiliğe sahiptir.
* Jane Gallagher. Jane kitapta hiçbir zaman gözükmez, fakat anlaşılan odur ki Holden`ın gerçekten bir şeyler hissettiği tek insan odur. Jane`i "yapmacık" olarak değerlendirmez fakat arada geçen zamanda yapmacık olabileceğini içten içe düşündüğünden onunla karşılaşmaktan korkar.
* Ward Stradlater. Stradlater, Holden`ın yakışıklı ve popüler oda arkadaşıdır. Cinselliği yaşamış okuldaki ender çocuklardan biridir. Holden rastlantı sonucu Stradlater`in Jane ile dışarı çıkacağını duyunca kriz geçirir ve Stradlater`a saldırır.
* Mr. Spencer. Mr. Spencer, Holden`ın Pencey Prep`teki tarih öğretmeni. Aslında kötü bir insan olmayan Spencer, Holden`a sürekli "oyunu kurallarına göre" oynamaktan bahseder.
* Mr. Antolini. Caulfield`ın eski İngilizce hocası. Mr. Antolini de olgunluk ve yaratıcılık üzerine Holden`a yararlı sayılabilecek bir konuşma yapar, fakat geceleyin Holden`ı okşaması Holden`ın bunu homoseksüel bir hareket olarak düşünmesine yol açar.
* Carl Luce. Carl eski okuldan arkadaşıdır. Holden ile bir barda buluşur fakat Holden`ın ergenlik hezeyanlarına dayanamarak kendinin bunları çoktan aştığı düşüncesiyle onu terk eder.
* Sally Hayes. Holden`ın çıkma teklifi ettiği kızdır, fakat bu teklif sırasında Holden çok ciddi değildir ve bir anda Sally`e hakaretler yağdırmaya başlar.
* George Andover. Sally ile Holden tiyatroya gittiklerinde Sally`nin arkadaşı George ile karşılaşırlar. Holden aralarındaki konuşmaya tanık olur ve ikisinden de bir anda nefret eder.
* Maurice. Edmont Oteli`ndeki asansörcü çocuk. Aynı zamanda kadın pazarlayan Maurice, Holden`ın üstüne giderek ayarladığı kadın karşılığında Holden`dan fazla para alır.
* Sunny. Genç bir fahişedir. Otelde Holden`ın odasına gelir fakat Holden Sunny ile sevişmekten kaçınır
* Ossenberger. Holden`ın okulu Pencey Prep`ten mezun zengin bir iş adamı.
* Ernest Morrow. Ernest`in annesiyle trende karşılaşan Holden, annesine oğlunun çok duyarlı bir çocuk olduğunu söyler bu annesinin çok hoşuna gider fakat okuyucuya tam tersine Ernest`in tanıdığı en büyük hödüklerden biri olduğundan bahseder.
* Anne Louise Sherman. Holden`ın eski kız arkadaşı.
* Valencia. Valencia, The Wicker Bar`daki kadın. Holden onunla ilgilenir, fakat ciddiye alınmaz.
* Faith Cavendish. Holden`ın New York City`de canı sıkılıyorken telefonla aradığı kadın. Herkesle kolayca seviştiği söylenen bu kadını Holden ikna edemez ve telefonu kapatır.
* Eddie Birdsell. Birdsell, Faith`ı tavlamanın kolay olduğunu Holden`a söyleyen kişi.
* Ernie. Ernie New York`ta bir barda piyano çalan kişi. Ernie`nin oldukça yetenekli olduğunu düşünen Holden bir yandan onu "yapmacık"la suçlar, çünkü Ernie insanların önünde kendi yeteneğini sergiler ve tebrikleri memnuniyetle kabul eder.
* Horwitz. Holden`ın bindiği taksinin şoförü. Aralarında "ördeklerin kışın nereye gittiği" konusunda bir muhabbet geçer.
* Lillian Simmons. Lillian Simmons, D.B. Caulfield`ın eski arkadaşı. Holden barda karşılaşmıştır.
* Hazle Weatherfield. Phoebe Caulfield`ın hikayelerinde uydurduğu karakter.
* Rudolf Schmidt. Rudolf Schmidt Pencey Prep`teki kapıcı.
* Jim Steele. Holden`ın uydurduğu başka bir kimlik.
* Arthur Childs. Whooton`dayken Holden ile tenis ve spor hakkında konuşmuş çocuk. Muhabbete bir anda Katolik Kilisesi`nin nerede olduğunu sokması Holden`ın çocuktan soğumasına neden olmuştır.
* James Castle. James Castle, Holden Whooton`dayken intihar eden çocuk. Castle`ın düştüğünü duyduğu sırada Holden duş almaktaydı, ses o kadar güçlüydü ki bunun bir masa veya radyo falan olabileeğini düşünmüştü. Castle`ın cansız bedenini yerden kaldırırken Mr. Antolini onu kucaklamaya cesaret eden tek kişiydi.
* Phil Stabile. James Castle'ın intiharından sorumlu olan kişi. Phil Stable arkadaşlarıyla birlikte James`in odasına dalmış ve çocuğu daha önce söylediği birkaç sözü geri almak için zorlamıştır. Castle da geri almayı reddetmiş ve kendini camdan aşağı atmıştır.
* Ed Banky. Pencey`deki beyzbol hocası, zaman zaman arabasını öğrencilere vermektedir.
* Fredrick Woodruff. Holden Pencey`den ayrılırken onun 90 dolarlık daktilosunu 20 dolara alan kişi
* Mal Brossard. Holden`ın bir tanıdığı. Holden`ın Pencey`deki son gecesinde beraber sinemaya gitmişlerdir.
* Mr. Haas. Elkton Hills okulunun müdürü. Holden`a göre aşağılık bir sahtekar çünkü daha gariban, komik giyinişli velilerle konuşmayı fazla istemez.
* Dr. Thurmer. Pencey Prep`in müdürü.
* Selma Thurmer. Pencey Prep`in müdürnün kızı. Pencey`in maçlarını izlemeye gider ve Holden ile de aralarında bir sefer bir diyalog geçmiştir.
* Pete. Holden'ın apartmanındaki asansör bakıcısı.

Zaman

Olayların 1940`ların sonu 1950`lerin başı gibi geçtiği açıktır, kitap da bu dönemde yazılmıştır. Holden`ın kardeşi Allie`nin ölüm tarihi 18 Temmuz 1946 olarak verilir, o sıralarda Holden on üç yaşındadır. Kitaptaki olaylar ise Aralık 1949 tarihinde geçmektedir fakat kitabın sonunda bahsedilen bugünkü durum 1950 yazıdır. Noelin (Christmas) pazar gününe denk geldiği düşünülürse kitabın büyük bir bölümünü kapsayan iki günün 18 ve 19 Aralık olduğu tahmin edilir.
 
Yukarı Alt