Kayıt
17 Mayıs 2007
Mesajlar
4.792
Beğeniler
0
Şehir
Akçay
LAİKLİK


Laiklik Batı'da meydana gelen devrimlerle adı anılmaya başlanan bir kavramdır. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, akılcılığı ve devletin din ve vicdan hürriyetini tanımasını kapsar. Ancak Hıristiyanlık ve İslamiyet'in farklı özellikleri laikliğin kabulünü Türkiye açısından daha yaşamsal bir konuma getirmiştir. Hıristiyanlık dünyada yeni yayılmaya başladığında Hz. İsa, dönemin devlet adamlarının kendisine inananlar üzerinde zulüm uygulamasını engellemek amacıyla, "Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz" çağrısında bulunarak dininin devlet karşısında konumlanmadığını göstermişti.
Ancak gelişen şartlar doğrultusunda Hıristiyanlığın yayılma problemini aşıp evrensel bir din konumuna yükselmesinin etkisiyle devletle kilise çatışır hale gelmişti. Yine de kilise ve devlet aralarında süregelen tüm çatışmalara, nüfuz mücadelelerine rağmen iki ayrı kurum, iki ayrı çatı altında yaşamasını bilmişlerdir.

İslamiyet'te "Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır" inancı vardı. Bu inanç din ve devlet işlerinin ayrışmasını büyük ölçüde engelliyordu. Hıristiyan Batı, devrimlerin ardından din örgütüne karşı genel bir savaş yürütmemekle birlikte, dinin devlet üzerinde baskı kurmakta direnen unsurlarını tasfiye ederek kilise ile devleti daha kolaylıkla birbirinden ayırmayı başarmıştı. Üstelik Hıristiyan dünyasının tüm dönemlerinde hakimiyetin kilisede mi yoksa kralda mı olduğuna dair zengin bir tartışma platformu yürütülebilmişti. İslam devletlerinin anayasasıysa dinsel temeller etrafında şekillendirilmişti.

Eğirim, ahlak dinsel faktörlere göre ayarlanmaktaydı. Buna karşın İslamî dünya görüşünün özellikle ekonomi ve dış politika alanında belirleyici bir etkiye sahip olmaması, kurulmakta olan yeni dünyada çok belirleyici hale gelen ekonomi ve uluslar arası ilişkiler noktalarında İslamî toplumlara sorunlar yaratıyordu. İslam, faizi yasaklıyor ama o devrin yeni düzeninde devletlerarası tüm antlaşmalar ağır faizin kayıtsız şartsız kabulüyle başlıyordu. İslam, öncelikle müslümanların kendi aralarında yardımlaşmalarını öneriyor fakat İslam toplumları arasında oluşturulabilecek bir sistemin kreditörü olabilecek bir devlet ortaya çıkarılamıyordu. Zira İslam toplumlarının önemli bir kısmı uzun yıllar yabancı devletlerin sömürge alanı olarak işlev görmüşler hatta henüz özgürlüklerine bile kavuşamamışlardı.

Ortada temel bir çelişki yatıyordu. Kemalist önderlik ya İslam toplumunun kapalı anlayışını kırmayarak çaresizlik içinde İslamî sistemi evrensel bazda işletecek bir kreditör bekleyecek ya da Batı'ya entegre olacaktı. Büyük Savaş'tan tüm Avrupa devletleri ağır yaralarla çıktıklarından henüz dünya kreditörlüğüne aday bir pax ufukta belirmemişti. Atatürk tercih aşamasındaydı. Yüz bu konuda da Batı'ya çevrilecek ve mahalli karizmatik liderler çerçevesinde örgütlenen popüler İslam'la, devleti uzun süre geri bırakan Osmanlı'dan kalma resmi devlet İslamî düzenlenecekti. Bunun da yolu laiklikti. Nitekim onun ölümünde sonra yaşananlar liderin bir kez daha öngörülerinde haklı çıktığını gösterecekti. II. Dünya Savaşı'ndan sonra yine Batılı bir güç beklenen paktı kuracak, dünyanın kreditörlüğünü üstlenecek, üstelik uluslararası yeni sistemin sacayaklarını Batı'nın belli başlı devletleri sağlamlaştıracaktı.

Ekonomik olanakları son derece kısıtlı olan, geçirdiği onca acımasız savaştan sonra Osmanlı devletinin borçlarının bir kısmım üstlenen yeni Cumhuriyet, kısa zamanda çağdaş dünyayla arasındaki mesafeyi kapatmalıydı. Bunun önündeki engellerden birisi de, İslamî kökenli, "Bir lokma bir hırka" söylemiydi. Hızla reform yapacak, devrimler çağını sürükleyecek bir topluma ne bir hırka ne de bir lokma yeterdi. Üstelik büyük liderlerin en başat özelliği, çağın kavramlarıyla, çağın değerleriyle konuşmalarıydı. Tüm gelişmiş dünya, ulus, ulus-devlet özlemiyle yanıp tutuşuyordu.

Osmanlı'nın millet sistemine dahil ettiği müslüman unsurlar, çok kısa süre önce "din kardeşleri"ni Batı'yla birleşerek arkadan vurmayı dinî açıdan tartışmayı dahi gereksiz görmüşlerdi. İslam dünyası bile artık mücadelesini ümmeti uğruna değil kuracağı ulus-devletini düşünerek yürütüyordu. Osmanlı'nın son cihat çağrısı açıkça felaket sonuç vermişti. Ayrıca, dünyanın her alanında ekonomiden savunmaya, sanayileşmeden ticarete Tanrı'nın düzenlediği ileri sürülen "imanlı ordular", Batı'nın teknik orduları karşısında ardı ardına yenilgiye uğruyorlardı. Atatürk, bir yükselen değerin daha farkındaydı: Teknoloji. Teknolojiyle-din savaştırılmamalıydı. Zira bu savaştan galip çıkan kayıtsız-şartsız teknoloji oluyordu. Mesele teknolojinin karşısına dini dikmek değil bu ikisini uzlaştırmaktı.

Tarihte görülmüştür ki, çok eski çağlardan bu yana askerler ve din adamları sürekli çatışkı içinde yaşamışlardır. Bunun en temel ermeni yeni bir devlet kurmak ya da devlette hamle yapmak isteyen ilerici askerlerin karşısına din adamlarının büyük kısmının, durağanlanlaştırmakta kendileri açısından yarar gördükleri bazı hatalı dinî yorumlarla çıkmalarıdır.

Atatürk, laikliğe geçilirken ülkede pek namuslu din adamları bulunduğunu fakat bazı gericilerin bu kişilerin sesini kısmak istediklerini sıklıkla dile getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, dinle teknolojiyi çatıştıran, dini durağanlaştırmak isteyen zihniyetin devleti sürüklemek istedikleri noktalan iyi tespit etmişti. Oysa son derece açık ve gelişmeyi hedef alan gerçek bir islamiyet vardı. Önemli olan İslam'ın asıl olan bu kaynaklarına yönelip, teknoloji-din çatışmasını ortadan kaldırmaktı. Hedefe varmanın biricik yolu elbette laikliğin kabulüydü. Yani İslam'da laikliğe cevaz olabilirdi. Tanyol, bu noktayı şu şekilde açımlıyor:

"...İslamiyet sosyal bir din olduğundan ve terakkiyi hedef olarak aldığından, diğer dinlerdeki hükümlerin katılığı ve değişmezliği onda mevcut değildir. Bizzat Peygamber,- Kuran'ın ayetlerinde hükümlerin zamana ve mekana tabi olarak değişebileceğine cevap vermiştir. İslam dinindeki bu yumuşaklık ve gelişmeye açık kapı bırakmıştır ki, az zaman içinde serbest içtihada yol açmış ve birçok felsefi meseleler hiçbir zorluğa ulaşmadan gelişmek imkanına sahip olmuştur.

Bundan dolayıdır ki, İslamiyet'te bir engizisyon teşkilatına rastlanamaz.

Önce gelen bir ayetin hükümlerini sonraki ayetin değiştirmesi ve bazen tamamıyla kaldırması, İslam hukukunda, 'Tebeddül-i ezmanla tagayyür-i ahkam caizdir' şeklindeki külli bir düsturla ifade edilmiştir. İşte İslamiyet'te laiklik ve her türlü reform, bu prensibe dayanılarak yapılabilir."

Türk devrimlerinin ya da bütüncül olarak Kemalist Devrim'in özünde laiklik yatmaktadır. Pek çok Cumhuriyetçi aydın, haklı olarak, laikliğe karşı çıkmanın yeni Cumhuriyet'in temel değerlerine, hedeflerine karşı çıkmak anlamına geldiğini savunmaktadır. Aynı görüş çerçevesinde laiklik, düzenin ruhudur, temelidir. Atatürk'ün Laiklik ilkesi, Durkheim'ın tezlerinden oldukça etkilenmiştir. Zira düşünürün savlan medeniyet ve işbölümünün gelişmesiyle dinle devletin farklı alanlara seslenmeye başladığı yönündeydi. Toplumda iş bölümünün ilerlemesiyle beraber toplum hayatının siyasi, ahlaki, iktisadi, eğitimsel ve sanatsal faaliyet kollarının giderek dinin doğrudan etkisinden uzaklaşıp hususi mevkiler edindiklerini kaydeden Durkheim, din de dahil tüm bu kolları kapsamına alan geniş ve homojen bir bütünlük oluştuğunu vurgular. Durkheim, devletin toplumun bütününü, işbölümününü tamamını, uzmanlığın hepsini birbirine karıştırmadan temsil etme mecburiyeti üstlenmiştir. Durkheim buradan hareketle yeni çağda belirmeye başlayan "laik ahlaka" geçer.

Gökalp, Durkheim'ın da etkisiyle Batı'daki reform çabalarını yorumladı. Düşünür, ümmet dininin çöktüğünü, ümmet teşkilatıyla milletin birbirlerinden ayrıştığını savunuyordu. Dinin kendi öz alanı olan vicdan sahasına çekilip, önemini daha da arttırmasını, işlevselleşmesini isteyen Gökalp, işbölümü ve uzmanlaşmanın da katkısıyla toplum bütünleşmesinin on önemli unsurlardan birinin yine din olacağını öngörmekteydi. Kısacası Türk Laikleşmesi projesinde laiklik kesinlikle dinsizlik değildi. Mustafa Kemal, bu açılardan Gökalp'e katılmaktaydı. Durkheim'ın sosyolojik analizlerinin yanına, Max Müller'in Natüralizmi ile çeşitli pozitivist ve hukuki savları katan Atatürk, tarihsel çerçevesi bağlamında din sorununa şöyle yaklaşmaktaydı:

"İnsan önce tabiata, sonra cemiyete bağımlıdır. Tabiatın yaratığı olan insan, önce onun kanunlarına tabidir. Başlangıç devirlerinde insan korkular içinde yaşamıştır. Sonra iptidai insan kümelerinde ata korkusu, nihayet büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu, ata korkusu yerine geçen Allah korkusu, insanların hürriyetini engellemiş, kafalarında ve hareketlerinde hesapsız yasaklar yaratmıştır. Yasaklar ve hurafeler üzerine kurulan bu adet ve gelenekler, insanları düşünce ve harekette bağlamıştır. Ferdin hakiki hürriyeti söz konusu olmamıştır.


Önce tabiatın sonra cemiyetin esiri olan insanın, bu esaretine -gökten kuvvet ve yetki alan birtakım adamlara esir olmak- eklendi. Hükümdarlıklar gücünü buradan aldı. Cemiyetler ve fikirler geliştikçe hürriyet fikri de gelişti. Tabii hak fikri oluştu. Her türlü hakkın kaynağının fert olduğu fikrine ulaşıldı. Hür ve sorumlu olan yalnız insandır. Böylece demokrasiye ve medeni topluma geçildi."

Yukarıdaki fikirlere bakıldığında Atatürk'ün siyasal düşünceler tarihi hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olduğu görülebilir. Zira Mustafa Kemal'in açıklamaya çalıştığı bu evrim süreci, Siyasal Düşünceler Tarihi'nin çok önemli bir metodundan kaynaklanmaktadır ve uluslar arası bilim dünyasında topluluktan-topluma giden zaman diliminde insanın gelişmesi hala bu örüntü çerçevesinde değerlendirilmektedir.

Bu arada özellikle sağ Kemalist ve milliyetçi aydınların önemli bir bölümü Osmanlı'nın zaten teokratik bir devlet olmadığını, millet sistemi ve azınlıklara karşı tutumda laik nüvelere rastlandığını haklı olarak öne sürmektedirler. Bu inanca göre, Osmanlı'da Gerileme ve Çöküş dönemlerinde Batı'ya karşı alınan mağlubiyetler karşısında bunalan Osmanlı aydını bir yandan Batı'nın temel kurumlarına yönelik reformlar yapmaya kalkışırken, diğer yandan da bu reformları sınırlı bir çerçevede tutarak ve dini bağnazlaştırarak, olumlu-hakim nüveyi yozlaştırmışlardır. Aynı yazarlar Atatürk'ün Laiklik ilkesini yorumlarken, Mustafa Kemal'in Osmanlı'da yapılan göstermelik-yetersiz reformların çarpıklıklarını tespit ederek, Türkiye Cumhuriyeti'nde laikliğin tam anlamıyla modern içeriğe sokulduğunu ileri sürerler.

Atatürk ferdi hak ve hürriyetleri, maddi ve fikri hürriyet adı altında iki ara başlığa ayırdı. Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak ya da inanmamak, seçtiği dinin gereklerini yerine getirmek ve getirmemek, şahsine ait siyasal görüşleri savunmak serbestliğine sahip olmalıdır. Ona göre vicdan hürriyeti taarruz edilemeyen bir alandı.

Hatta Atatürk hayatta tek taraflı olarak aradığı ve arayacağı temel unsurun laiklik olduğunu bildirmektedir. Böylelikle laiklik, devrimin özü haline gelirken aynı zamanda kültürel, ulusal, dilsel ve tarihsel bir sorun boyutuna ulaşıyordu. Laiklik ilkesi uyarınca İslam'ın bertaraf edilmesi hedeflenmiyordu. Dinin siyasete alet edildiği ve bunun toplumun en gerici unsurlarınca yapıldığı tarihi vakaydı.

Osmanlı döneminden beri dini siyasete alet ederek, durağanlaştırdıkları dinden kendilerine varlık alanı yaratmaya çalışan yobazlarla zamanın yöneticileri sıklıkla uğraşmak hatta çok şedit tedbirlere başvurmak zorunda kaldıkları bilinmekteydi.

O zaman din siyasetten mutlaka ayrılmalıydı. Birinci hedef buydu. İslam'a demokrasiyle, rejimle uyumlu hale gelecek yeni işlev yüklenmesi arayışları ikinci gayeydi. İslam, millî kültür ve toplumsal bütünleşme noktasında hep birleştirici temel faktör olarak kalacaktı ama eğitim, hukuk, devletin düzeni; tıpkı Batı'da olduğu gibi, dinin sahasından çıkartılacaktı. Tüm bunları hedefleyen bir kadronun ve liderin din düşmanı gösterilmesi, dinsizlikle suçlanması en basit bir tabirle, "mantıksızlık- haksızlık" olurdu. Ancak uygulamada görülen aksaklıklar, Laiklik ilkesinin uygulanmasına yönelik Batı'da yaşandığı gibi uzun düşünsel tartışmalar ve fikirler düzeyinin yaşanmaması ve halkın eğitimsizliği, bunun bazı eski rejim yanlılarınca kullanılması ile kimi Kemalist yöneticilerin aşırı sert-zamansız tedbirleri Laikliğin en tartışılan, en çok eleştirilen uygulamalardan biri haline dönüşmesini sağladı. Tarihi, dip çalkantıları bağlamında ve eleştirel pencereden irdeleyen Mardin, laikliği Atatürk'ün liderlik vasıflarını da hatırlatarak şöyle ortaya koyuyor:

"Olan şey, Mustafa Kemal'in varolmayan, farazi bir varlığı, Türk Milleti'ni ayağa kaldırarak ona hayat vermesiydi. Onun girişmiş olduğu projenin gerçek boyutlarını bize veren ve düşüncesinin ütopyacı niteliğini ortaya çıkaran, olmayan bir şey için sanki varmış gibi ve onu var etme yolundaki kabiliyetidir. Göreve başladığı sırada Türk milleti, ne 'genel iradenin' ve ne de millî bir kimliğin kaynağı olarak vardı. O, aşın ölçüde ihtiyatlı meslektaşlarından bir gelecek fikri ve bu fikri gerçekleştirmede taşıdığı arzu bakımından ayrılmaktaydı. 'Millet' ve 'Batı Medeniyeti', onun tasarısında gizli bir temel sağlayan iki şifre kelimeydi; bu stratejik noktadan değerlendirdiğimiz takdirde, onun dine yönelik tavrı tutarlılık gösterir. Atatürk'ün ideal bir toplum peşinde gösterdiği kararlılık, zamana ayak uydurmadaki büyük yeteneği ile çelişki teşkil etmez: Onun taktik çelişkilerini anlamlı kılan nokta, üzerinde dikkatini yoğunlaştırdığı taşandır.

Onun, istiklal hareketinin siyasi meşruiyet kaynağı olarak 'Büyük Millet Meclisi' kavramını kullanışında, siyasi dehasının ilk örneğini buluyoruz. Halife-Sultan, teorik olarak, İslam dünyasında en müessir gücü elinde tutan bir İslam topluluğunun -Osmanlı cemaatinin- önderi olmasından dolayı, iktidar kendisinde bırakılmıştı. Halife-Sultan makamını işgal eden kişi şimdi Müttefik Kuvvetleri'nin elinde esir durumunda olduğu için, artık hür bir vekil olarak hareket edememekteydi. Esas olarak imparatorluğun çeşitli dinî alt-gruplarına atfedilen fakat bu özel durumda İslam cemaati için kullanılan millet, meşruiyet kaynağı olarak, topluluğun hakimiyet haklarını yeniden oluşturabilecekti."

Peki Cumhuriyet sonrasında özellikle Laiklik ve devrimler açısından nasıl bir yol izlendi? Sorunun cevabını, yine Mardin'den aktarıyoruz: "Bu hareketler için ne zaman mantıki bir sebep aransa, öne sürülen gerekçe 'Muasır medeniyetin icapları' idi. Bu, Mustafa Kemal'in 1920'lerde yaptığı birçok konuşmada izlenebilir. Bu mantığın en veciz ifadelerinden birisi, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 1931 tüzüğünde yer almaktadır.

Yeni rejim, başlangıcından itibaren Büyük Millet Meclisi içinde bir siyasi partiyi, Cumhuriyet Halk Partisi'ni kurmak suretiyle taraftar toplamıştı. Bu parti, sonunda, Cumhuriyet içindeki siyasi anlatımın yegane meşru organı ve yeni Cumhuriyet rejiminin resmi ideolojisinin büyük bir titizlikle oluşturulduğu bir merkez olarak ortaya çıktı. Partinin 1931 yılı tüzüğü, dinin 'vicdani bir mesele' olması dolayısıyla, devletin dinî hayat içinde hiçbir rol almaması durumu olarak tanımlanan 'laiklik ilkesinin desteklendiğini belirtmekteydi."

Böylelikle genç Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerinde yükseltilmesi yolunda ideolojik bir karakter de kazanan Laiklik, devrimin temel unsurlarından birine dönüşüyordu. Laiklik, 1937'de CHP'nin diğer yol gösterici beş ilkeyle beraber Anayasa'ya sokulacaktı. Ancak, laik bir toplum oluşturulması çabalan 15 yılı aşkın bir zaman içinde adım adım gerçekleştirilmiştir. Atatürk'ün sözlerinden, laikliğin taşıdığı mana ise şöyle verilebilir:

"Bilirsiniz: Bizi yanlış yola sürükleyen kötüler, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep 'şeriat' sözleriyle aldatılagelmişlerdir... Dinimizin bizden istediklerini öğrenmemiz için şundan bundan ders almaya, şunun bunun akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Atalarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bize dinimizin ilkelerini anlatmaya yeter... Hangi şey akla, mantığa, ulusun yüksek çıkarların uygundur, biliniz ki o bizim dinimize uygun düşer.

Camilerin kutsal minberleri halkın dinle, ahlakla ilgili beslenme gerekçelerine en yüce, en verimli kaynaklardır. Bundan dolayı camilerin ve mescitlerin minberleri halkı aydınlatacak, ona yol gösterecek değerli konuşmaların kapsadıkları konuların halka açıklanmasını sağlamak yüce Dinişleri Bakanlığı'nın önemli bir görevidir.
Minberlerden halkın anlayabileceği dile ruh ve dimağa seslenmekle müslümanların varlığı canlanır, dimağı arınır. İmanı güçlenir, yüreği cesaret bulur. Ancak buna göre büyük hatiplerin taşıması gereken bilimsel nitelikler, özel yetenekler ve dünyada olup bitenleri kavrama çok önemlidir. Bütün vaiz ve hatiplerin bu dileğe hizmet edebilecek yetiştirilmesine Din işleri Bakanlığı'nın çaba göstereceğini umarım."

Ne var ki, bugün gelinen noktada gerek laik gerekse İslamcı kesimler Laiklik ilkesinin çok ötesine geçerek, olayı farklı boyutlarda tartışma yoluna girmişlerdir. Atatürk, Laikliği, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" ve ulusun fertlerinin özgürleşmesi zaviyesinden değerlendirmişti. Oysa günümüzün laik kesiminin bir kısmı, dini toplumun her alanından dışlayarak, toplumun Mustafa Kemal'le problem yaşamayan önemli bir kesimini de hedef alır noktaya sürüklenmiştir. Atatürk, dini saf dışı bırakmayı değil, onu devlet yönetimi, eğitim konularından ayrıştırıp kendi varlık alanının efendisi yapmak istiyordu. Atatürk, "Din afyondur" savına da katılmıyordu. Din kendi alanında hala en geçer akçeydi ve İslam'ın kendisiyle, özüyle çatışmaya girmek Mustafa Kemal'in aklına bile gelmemişti. O yüzden, "Din afyondur. Sağ hareketler eninde sonunda hurafelerin eteğine yapışırlar, bu yüzden de sağ kesimden aydın çıkmaz" şeklindeki sözler Atatürkçülük'ten ziyade, bu sözleri söyleyenlerin ideolojik takıntılarını ortaya koymaktadır.

Öte yandan, Atatürk'ü sözüm ona din düşmanlığıyla suçlayan, dinin elden gittiğini savlayan İslamî kesim, hatanın çok daha büyük kısmını yüklenmiş durumdadır. Öncelikle Mustafa Kemal'in yukarıda açıklanan fikirlerini, hedeflerini değerlendirdikten sonra Türkiye Cumhuriyeti liderini hala "din düşmanlığı"yla suçlamanın iki nedeni olabilir. Birincisi okuduğunu anlamamak, ikincisi yalan ve karalamalarla dini açıkça siyasete alet etmek. Laikliği dinsizlik olarak algılayan bu kesim, dinin asıl özelliklerini kendi çıkarları doğrultusunda açıkça çarptırmaktan kaçınmadığı gibi, bütün insanların kendilerinin doğru kabul ettikleri yönde yaşamalarım dayatarak insanları baskı altına almak ister. Yaşar Nuri Öztürk, din adı altında sergilenen, pankartlara yazılıp, edebiyatı yapılan bu taleplerin Kuran'dan esinlenerek alınmadığını kaydetmektedir. Yine Öztürk'e göre Kuran'ı değil gelenekleri kutsallaştırarak yaratılmak istenen bu hurafeler dininden kaçınılmalıdır.

Kaynak: Baran Dural, Atatürk'ün Liderlik Sırları

HALKÇILIK

Cumhuriyet dönemine gelinceye dek halk kavramı, Türk tarihinde üzerine çok basılarak kullanılan bir kavram olmamış, olsa da gerçek içeriğiyle pek tartışılmamıştır. Cumhuriyet dönemindeyse Halkçılık, demokrasinin temel dayanaklarından olmuştur. Kişi, aile ve sınıf imtiyazlarına karşı çıkan Atatürk, kanunların halktan kimilerinin çıkarma hazırlanmasını tarihe gömerek, halkın koşulsuz yararına çıkarılıp yürütülmesini sağlamıştır. Devlet, Halkçılık sayesinde bir halk devleti halini alır. Atatürk, Halkçılığın devrimler açısından ne denli yaşamlar olduğunu, çeşitli vesilelerle gündeme getirmiştir:

"İç yönetimimiz konusunda güçlükleri yok edebilmek, iyi görevli atamak ya da görevlinin görevine son vermek kuralını ortadan kaldırmak gereğindeyiz. Biz bu kuralı iki ilkeye dayanarak sonuçlandırabiliriz. Bundan dolayı hangi ilkeyi koyabileceğimizi düşünmeye koyulalım. Sandığıma göre bugünkü varlığımızın gerçek özü ulusun genel eğilimlerini ortaya koymuştur, o da halkçılıktır, halk hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir. Efendiler, 'Biz memur sınıfı yaratmak için çalışmayalım' ve kesinlikle bir 'memur kadrosu' içinde bulunanları bir yere koymakla kafa yormayalım. Yönetimi halka vermek için çalışalım. O zaman bütün güçlüklerin ortadan kalkacağına inanıyorum... Ben bununla uğraşmaktayım.

İç politikada yolumuz olan halkçılık, yani ulusu kendi başına buyruk kılma ilkesi Anayasamızla saptanmıştır.

Bunu bir tek sözcükle belirtmek gerekirse diyebiliriz ki yeni Türkiye devleti, bir halk devletidir. Halkın devletidir."

1930'lu yılların çalışma ilişkileri ve iktisadi boyutuna damgasını vuran ilk kavram yine "Halkçılık" olmuştur.

Aslında Kurtuluş Savaşı yıllarında "halk=ulus" biçiminde kavramlaştırılan, daha sonra liberal politikalarla sanayinin yerli girişimcilerini oluşturması beklenen millî burjuvazinin yaratılıp sınıf ayrımının reddedildiği halkçılık; 1930'dan sonra içerik değiştirmiştir. 1930'daki Serbest Fırka deneyiminin ardından yönetime ağırlığını koyan tek parti anlayışı, sınıf ayrımlarını şiddetle yok sayarken halkçılığı bu tercihine ideolojik bir gerekçe olarak sunmaya başlamıştır. Aslına bakılırsa, halkçılık, ulus-devletin inşasının temelinde yalan "Halkı bir ulus olduğuna inandırma" ya da daha önceden varolmayan bir kavramı toplumun genel kabulüne açan bir kavram olarak Atatürk'ün milliyetçilik ve devletçilik politikalarının en başat öğelerinden biri olagelmiştir.

Yine Hobsbawm'ın ulusal oydaşma ve devletçiliğin temel prensibi haline gelen "Özel çıkarlara karşı ortak çıkar", "Ayrıcalığa karşı ortak yarar" tezi de halkçılık-devletçilik ve milliyetçilik üçgeninin ne denli içice olduklarını göstermektedir. Türkiye'de de kurucu elitler, sınıf çıkarları yerine devletin ana işveren konumunda bulunup ortak çıkan bölüştüreceği, halkçılık paydasında birleşmiş bir ulus-devlet işleyişini temel hedef göstermişlerdir. Feroz Ahmad, süreci, "Kemalist ekonomi siyasetinin hedefi, öncelikle, modern bir topluma özgü sınıf yapısına sahip bir millet yaratmaktı. Bu hedefe ulaşıldığı ve ardından sınıf çatışması geldiği zaman ise devlet müdahale edip hakem rolü oynayacaktı" şeklinde tanımlar. Nitekim ileride görüleceği gibi bu hakemlik rolü uzun yıllar yürürlükte kalacak 1936 İş Kanunu'nda açık bir biçimde dile getirilecektir.

Halkçılığın yeni süreçte benimsenmesinin kimi pragmatik yönleri de vardır. Devletçilikten sadece bir kez 1931'de İzmir'de bahseden Atatürk, halkın yapısına dikkat çekerken toplumun her şeyi devletten beklediğini, dolayısıyla devletin ekonomiye ağırlığını koymasının mecburiyet halini aldığını kaydetmiştir. Yine İsmet İnönü, devletçiliğin nasıl algılandığına ilişkin konuşmasında halkçılığa dayalı "ılımlı devletçilik" modelinin benimsendiğini belirtirken, milliyetçilik-devletçilik-halkçılık üçgenine işaret etmekten geri kalmıştır


MİLLİYETÇİLİK

Atatürk'ün Türk gençliğine miras bıraktığı ilkelerin en anlamlılarından biri milliyetçiliktir, kuşkusuz. Milliyetçilik, Türk milletinin siyasal, sosyal ve kültürel bağlamda varoluş gerekçesini ortaya koyan ilkedir. İmparatorluk devrinde, çok milletli yapıyla bir zorunluluk olarak güdülen "Millet sistemi", Türklüğün etnik anlamda bile önemsenmesini imkansız kılmıştı.
Ancak toprak kayıplarıyla beraber önce Hıristiyan sonra da Arap unsurlar, devlet sınırları dışında kalınca, devletin kendisini yeniden tanımlama, kodlama zorunluluğu baş gösterdi. Artık "unsurların birliği" veya İslam topluluklarının karışımı gibi kavramlar devletin yapısını ifade etmez hale gelmişti. Kısacası Osmanlı'nın asırlar boyunca büyük dikkatle sürdüre-geldiği tanımlamalar kifayetsiz kalınca Osmanlı'nın o günkü doğrusunu, genç Türkiye Cumhuriyeti'nde sürdürmeye kalkışmak inanılmaz bir yanlış olurdu. İşte milliyetçilik ilkesiyle, Türk yeniden kendini tanımlama, varlık gerekçesini bulma sorununu aşmayı bildi.

Atatürk'ün karşılaştığı en ciddi sorun o güne dek ulus bilincinde yaşadığı gerçeğine varmasına engel olunan bir halka ulus olduğunu ispat etmekti. Mardin'in de belirttiği gibi hakkında yapılan onca eleştiriye rağmen Atatürk, milliyetçilik ve batılı anlamda bir ulus-devlet inşa etmek konusunda pek fazla eleştirilemez. Hatta elindeki topluluğu ulus haline dönüştürmesindeki bu başarı Atatürk'ün belki en önemli-kusursuz zaferidir. Atatürk bu bağlamda işe milletin ne olduğunu izah ederek başlar. Millet, milliyetçilik dünyanın her yerinde beraberinde millî karakterin özellikleri, hangi unsurların bir topluluğu millet yapmasına yeteceği sorunsalları getirmiştir. Bir cemiyete millet diyebilmek için, o cemiyetin; siyasi, dilsel, ırksal ve kökensel birlikteliği paylaşmasının yanı sıra tarihi ve ahlaki yakınlık ilişkisi içinde bulunması gerekmektedir. Vatan birliği elbette millet olabilme kriterlerinin en yaşamsalları arasındadır.

Türkiye'yi kuran milletin, Türk milleti olduğuna inanan Mustafa Kemal, kendisini daima biyolojik ırkçılığa dayalı sert-totaliter yaklaşımlardan uzakta tutmasını bilmiştir. Onun millet ve milliyetçilik tanımı, barışperver, ulusun yaşam ve kaderine yön çizebilme temel hakkını gözeten kültürel bir milliyetçilik tanımıdır ve başka pek çok konuda olduğu gibi Fransız yaklaşımından esin almaktadır. Hayatı boyunca bilimsel ve tarihi tecrübeleri ona milletin suni bir yapılanma olmadığını kanıtlamıştır. Bu açıdan organizmacıdır.

Atatürk'ün yanında bulunan onun hareketlerini izleyen düşünürlere göre yeni devletin milliyetçilik anlayışı çok farklıdır. Bu kesim Atatürk'ün vatan sevgisini kutsallıkla birleştiren, milliyetçiliği sadece tapınma addeden mistik- hayalci milliyetçilik anlayışının karşısındadır. Mistisizme, geçmişe tapınmakla sınırlı bir fetişizme karşı çıkan bu yeni anlayışı Karaosmanoğlu, "Türk Rönesansı" olarak adlandırmaktadır. Bu bağlamda bir yanlış anlaşılmanın düzeltilmesi gerekmektedir. Kimi sol Kemalist yazarlar, Türk milliyetçiliği akımını kötülemek ve farklı milliyetçilik tartışmaları açmak amacıyla Türk milliyetçiliği fikir sistemine saldırılarda bulunabilmektedirler.
Oysa Türk milliyetçiliği üzerine teorik eserler veren düşünürlerin kitaplarında mistik, geçmişe tapınmakla yetinen milliyetçilik tanımlarının şiddetle yerildiği, gelişmeci, aklı üstün tutan milliyetçilik kuramlarının dile getirildiği görülecektir. Tartışmaya son vermek amacıyla her iki kesimin meseleyi nasıl değerlendirdiğine değinilebilir. Sol milliyetçilik ve Atatürk milliyetçiliğinin üzerinde odaklanan kalemler kendisini milliyetçi olarak tanımlayan siyasal akımın temsilcilerinin Türk milliyetçiliği tezlerinden farklı bir Atatürk milliyetçiliği etrafında yoğunlaşmaktadırlar. Diğer kesimin önde gelen kalemleri ise Türk milliyetçiliği- Atatürk milliyetçiliği gibi farklı kavramlardan söz edilemeyeceğini, Atatürk'ün de gerek eserleri, gerekse de liderlik vasıflarıyla en önde gelen Türk milliyetçilerinden biri olduğunu belirtmektedirler.

Görünen o ki, Atatürk'ün milliyetçiliğe ait görüşleri hem ülkücü hem de akılcıdır. Akılcılığı, "Bugün dünya milletleri akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bir milletin varlık ve saadeti, diğerleriyle bağlantılı hale gelmiştir. İnsanlık kavramı yükselmiştir. Yüksek ideal yolcularının çoğalması gerekmektedir. Ancak bu ideal birbirine yaklaşma idealidir. Milletimi esir etmeyi düşünen bir millet bu arzusundan vazgeçinceye kadar düşmanımdır. Mazlum milletler zalimleri bir gün mahvedecektir. İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, gayri insani bir sistemdir. Milletleri yükselten bir hassa vardır: İntikam hissi. Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Hayatına, ikbaline refahına düşman olanlar bulundukça onu affetmek elimizden gelmez. Düşmana merhamet aciz ve zaaftır. Bu, insanlık göstermek değil, insanlık hassasının yok olduğunu ilan etmektir" sözlerinde yatmaktadır. Ülkücülüğüyse, idealizmiyse; "İnsanlığa yönelmiş fikir hareketi er geç muvaffak olacaktır" anlayışında ve hedeflere varma azminde anlaşılmaktadır.

Dikkat edilirse Mustafa Kemal'in milliyetçilik anlayışında, liderlik vasıfları arasında mantıksız düşmanlıklara yer yoktur. Bir düşman ancak bize düşmanlık etmeye kararlı olduğu müddetçe düşmandır. Yoksa devlet adamlığında, kan davası peşinde koşmak yoktur. Her millet bir biriyle iyi yolda iletişim kurmaya çalışmalı ve en azılı eski düşman bile bu yolda samimiyetini gösterdiği takdirde artık düşman sınıfında sayılmamalıdır. Bu prensip Mustafa Kemal'in dış ilişkilerinde nasıl basanlar, utkular kazandığını kendiliğinden gün yüzüne çıkarmaktadır. Atatürk milliyetçilik söyleminde tekelci veya dışa kapalı olmadığını her fırsatta yineliyor, milliyetçiliğin temel gayesinin milletler ailesinin en üst basamaklarında Türk ulusunun onuruna layık bir yer işgal etmek olduğunu savunuyordu. Neticede Türkiye ve Batı'nın gözünde milliyetçi önderlik kendisine iyi gözle yaklaşan her devlete aynı yaklaşımla karşılıkta bulunmaya hazırdı.

Atatürk Van'dan, Diyarbakır'dan Trakya'ya, Karadeniz'den Akdeniz'e kadar tüm vatandaşların millî cevherin ortak damarları olarak vasıflandırmaktaydı. Tarih potasında kaynaşmış, birbirine duygusal bağlarla bağlanmış insanlara "Türkiye halkları" diye seslenmek Atatürkçü düşünceyle bağdaşmaz. Kemalist önderliğin resmi savı ve samimi düşünceleri Anadolu coğrafyasında tek bir millet yaşadığı gerçeğine odaklanmıştır. Aksi takdirde, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa bırakılmasının da, pek çok kan dökerek bağımsızlık savaşı vermenin de ne değeri kalırdı ki? Sınıf çatışmasına karşı geliştirilen söylemlerde milliyetçilik anlayışının dayanışmacı niteliği göze çarpar.

Türkiye'de Batılı anlamda sınıflar bulunmadığı, aynı fakirliğin ulusun tüm katmanlarınca eşit çekildiği için Atatürk, Türk milletinin birbirine dayanışarak, el ele ve bir bütün halinde gelişmesini öngörür.

Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı, ulustan kopuk bir içeriğe sahip değildir. İçinde bizzat bir ülkeyi paylaşan tüm yurttaşları etkileyen vatan mefhumu, demokrasiye bağlılık, insan sevgisi ve insana verilen aşın önem yatmaktadır. Tek adam diktasına özde karşıdır, ulusun vatanı için elbirliğiyle, gelecek kaygusuyla çalışmasını ister. Başarı, ulusal birlikten, bütünleşmeden geçerdi. Kendi sözlerine dönecek olursak:

"Bir ulus için, bir yurt için, gerçek kurtuluş, esenli yaşayış ve tam başarı istiyorsak bunu hiçbir gün bir tek kişiden umup beklememeliyiz. Herhangi bir kişinin başarısı demek ulusun bir parçası demektir. Bir ulusun başarısı ise o ulusun bütün güçlerinin bir arada birikip birleşmesiyle gerçekleşebilir. Eğer ilerde de böyle kazançlara ve başarılara ulaşmak istiyorsak hep öyle davranalım, hep öyle yürüyelim. Çünkü o istenilenler ancak böylelikle elde edilecektir.

Bütün insanlığın varlığını kendi kişiliğinde gören adamlar mutsuzdurlar. Besbelli o adam birey niteliğiyle yok olacaktır. Herhangi bir kişinin, yaşadıkça sevinçli ve mutlu olabilmesi için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktı*. Sağduyulu bir adam, ancak bu yolla davranabilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk ancak gelecek kuşakların şerefli varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir."

Bazı araştırmacılar, Atatürk'ün diğer memleketlerle "Yurtta barış, dünyada barış" prensibine dayanan ilişkiler kurma politikası ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında dillendirilen çeşitli hatalı yorumlar nedeniyle, Atatürkçülüğün bir Dış Türkler sorununa sahip olmadığını savlamaktadırlar. Oysa Atatürk'ün savunduğu milliyetçilik tezi Dış Türkler 'Sorununu da dışlamaz.

Karal, bu hususu, "Türk milliyetçiliği, ulusal sınırlarımız dışında yaşayan Türklerle geçmişte aynı tarihe ve bu tarihin meydana getirdiği kültüre ortaklık nedeniyle, onlarla kültür yönünden ilgilidir. Memleketimizde büyük Batı memleketlerinin kültür heyetleri vardır. Bunlar kendi kültürlerini tanıtmaya ve yaymaya çalışmaktadırlar. Hal bu iken, memleketimiz dışında dilimizi konuşan, halk edebiyatımıza sahip çıkan Türklerle ilişkimiz yok desek bile, bir kültür ilişkisi vardır Ve var olmaya devam etmesi de dolaydır." sözleriyle açıklar.
 
Kayıt
17 Mayıs 2007
Mesajlar
4.792
Beğeniler
0
Şehir
Akçay
DEVLETÇİLİK

Devletçilik Batı kaynaklı ekonomik bir terimdir. Devletin ekonomik hayata karışmasına işaret eder. Batı'da bu kavram kapitalizmin iç-çelişkilerinin mevcut vahşi kapitalizmle çözümlenemeyeceğinden hareketle ortaya çıkmışken Türkiye'de durum çok daha farklı boyutta gelişmiştir. 1930'lu yıllara dek devlet, ciddi ekonomik imkanlara sahip değildi yani büyük dönüşümler kamu harcamalarıyla finans edilemiyordu. Bu yüzden Kemalist önderlik, liberalizmden, özel sektörün girişimlerinden medet umuyordu. Ancak bu noktadaki sorun da Türkiye'de Batılı anlamda bir burjuva sınıfının oluşamamasıydı. Burjuvazinin yokluğu, sermaye sahibi, dönüşümleri finansa edebilecek birikimin de olmaması demekti. 1930'lu yıllarda başta İsmet İnönü'nün girişimleri ve Mustafa Kemal Atatürk'ün de desteklemesiyle devletçilik politikaları yürürlüğe konularak, beklenen iktisadi reformların Devletçilik'le yapılması sağlanmaya çalışıldı.

Ayrıca rejimin meşruiyeti de bir bakıma devletçi politikalarla oturtuldu. Ciddi sermaye birikimine sahip bulunmayan, herkesin her şeyi devletten beklediği bir dönemde devletin sosyal bağlamda halktan yeniden rıza alabilmesi için ekonomik alanda sorumluluğu üzerine alması, kalkınmayı gerçekleştirmesi şarttı. Avrupa'da solun giderek sesini daha fazla yükseltmesi, sosyal refah devletinin gündeme gelmesine koşut olarak önem kazanan devletçilik, Türkiye'ye geri kalmışlığın ve maddi yoksunlukların bir türevi halinde girmişti.

Devletçiliğe neden olan sosyal, tarihsel, ekonomik ve tarihsel etkenlere eğilmek gereklidir. Tarihsel etken yukarıda açıklanan koşullara ilişkindir. Sanayi Devrimi'ni yaşamamış, iktisadi sorunları aşamamış Türkiye, gelişmiş ülkelerle arayı kapatmak için Devletçilik politikasına mecburdu. Fakirliği erdem sayan "Bir lokma bir hırka" zihniyetiyle çağdaş medeniyetlere seviyesine ulaşılamayacağı gerçeği Devletçilik'i sosyal açıdan dayatmıştır. Türklerde sermaye birikiminin yoğunlaşmaması, yurt ekonomisinin yeniden kurulması yolunda gözleri devlete çeviriyordu. Halk her şeyi devletten bekliyordu.

Bu Devletçilik ilkesini yaratan kültürel etkendi. Belki hepsinden önemlisi Osmanlı'nın son evresinde ülkede ekonomik hayatı idare eden, bunun kazanımlarından yararlanan yabancı güçler, Türkiye'yi sömürülecek bir Pazar olarak görmüşlerdi. Uluslar arası vahşi kapitalizmin en acımasız duraklarından birisine çevrilen Türkiye, eğer kendi ayakları üzerinde yükselmeyi beceremezse, kısa zaman içinde eskisinden beter olacaktı. Tüm hammadde kaynaklan yabancı güçlerce işletilen bir ülkenin bağımsızlığından ne ölçüde bahsedilebilirdi? Yabancıların sömürge pazarı olmaktan uzaklaşmak Türkiye'nin Türkler eliyle yönetilip yönetilmeyeceğinin göstergesi sayılacaktır. Kısacası siyasal bağlamda da Devletçilik geçer, hatta tek Akçeydi.

Devletçilik ekonomik olduğu kadar sosyal, ahlaksal ve ulusal bir terimdir. Ulusal servetin dağılımında adaletin sağlanabilmesi, sınıfsız toplumun uyum içinde yaşatılabilmesi, sosyal devlete ulaşma yönünde ulus-devletin yeniden tanımlanması aşamalarında, kişinin çalışmaya teşviki, çalışan, üretenlerin refah paylarının yükseltilmesi, vatandaşların geleceğinin garantiye alınması Devletçilik ilkesini zorunluluk yapan etmenler arasındadır. Bir diğer deyişle hem ulusal birliğin korunması hem de bağımsızlığın sağlanması o günlerde Devletçiliğe bağlı görünmüştür. Aslen Atatürk, devletçilikten sadece bir kez bahsetmiştir ama liberal sistemle başarıya ulaşılamayacağını sezinledikten sonra, o da bu ilkeyi hassasiyetle ele almış, takipçisi olmuştur.

Daha önceki bölümde halkçılığa dayalı devletçilik ilkesinin 1930 sonrası ekonomide ağırlık kazandığım ve 1932 tarihinin devletçilik açısından en önemli dönüm noktası olduğuna değinilmişti. Ancak devletçilik konusunda ilginç tarihlerden bir diğeri de 1931'dir. Zira 10 Mayıs 1931'de toplanan CHP 3. Kurultayı ile CHP ilk kez bir siyasal programa sahip olmakta ve bu programda iktisat politikalarına ilişkin tercihler de yavaş yavaş açığa kavuşmaktaydı. Topluma bakış, siyasetin biçimlendirilmesi, iktisat politikalarıyla birlikte bu kurultayda programa kavuşturulmak istenmektedir.

Söz konusu kurultayda CHP'nin Laik, Halkçı, Devletçi, Milliyetçi, İnkılapçı, Cumhuriyetçi bir parti olduğu kabul edilmekte ve sınıf ayrımları kesin bir dile reddedilmektedir.
Milleti küçük çiftçiler, küçük sanayi erbabı ve esnaf, amele ve işçiler, serbest meslek erbabı ile sanayi erbabı, büyük iş sahipleri ve tüccar zümrelerinin oluşturduğuna değinilen programda bu zümrelerin ayrı ayrı sınıflar olmadıkları belirtilmektedir.
Ancak, Gökalp'in Durkheim sosyolojisinden etkilenerek geliştirdiği dayanışmacı fikirlerden güç alan program, küçük üreticiler, işçilerle tanımlanan bir yapıya büyük sanayici de ekleyip halkçılık açısından soruna neden olmakla yer yer eleştirilmekten kurtulamamıştır.

DEVRİMCİLİK
Devrimcilik, Mustafa Kemal'in mücadele sisteminin, hedeflerinin özünü kapsar. Bu ilkelerin gelecekte de sürdürülmesini ve geliştirilmesini sağlar. Burada ilim, ilmi aramak kilit rol oynar. İlim gerçeği bulma yolunda sistematik bir eleştirelliği, kuşkuculuğu beraberinde getirir. Toplum ve devletin örgütleri çağın gerisine düşmemeli, kendisini sürekli yineleyebilmelidir. Statik bir cemiyetin kurulmasına karşı çıkan Devrimcilik ilkesi, durmaksızın bilimin, yeniliğin peşinde koşmanın, çağa ulaşmanın motor gücünü içinde taşır. Gericiliğe set çeker, yönetim örgütlerinin durağanlaşmasını önleyip, Türk ulusunun ufuklarını açar. Atatürk ilkelerine ve Devrimcilik ilkesine karşı çıkanları şöyle uyarır:

"Eğer onlara karşı benim şahsımda birşey anlatmak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadar, o adım benim milletimin hayatına bir kasıl, o adım benim milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı düşüncede olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. Sizlere bunun da fevkinde bir söz söyleyeyim. Farzı muhal eğer bunu sağlayacak kanunlar olmazsa, bunu temin edecek meclis bulunmazsa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm."

Atatürk'e göre Devrimcilik, ihtilalden öteye geçen bir mana içeriyordu. Dünya gereklerinden doğan ihtiyaçların karşılanması yolunda yönetim biçimi, yasalar ve hemen her alanda alınacak kararlar Devrimcilik ilkesi sayesinde hayata geçirilecek, topluma benimsetilecekti. Türk halkı uygar bir halktı ama bazı devletler, özellikle Batı, bu uygarlığı tanımakta güçlük çekiyor, ayak diretiyordu.

Devrimcilik ilkesi, Türk ulusunun uygarlık sınavını nasıl verdiğini ortaya koyacak ve haklılığını tüm dünyada tanıtlayacak metodun adıydı. Kapsayıcı bir bütünlülüktü. Çağdaş uygarlığın Türkler'in çok dışında, çok yabancısı olmadıkları, uygulanan devrimler sayesinde dostça ve düşmanca anlaşılacaktı. Atatürk'ün Devrimcilik ilkesi; maceraları, sadece teoride kalan nazariyeleri, süslü lafları kapsamazdı. Devrimcilik yaşanan , içinde geçilen hayli güç süreçte toplumun önüne dikilen engelleri nasıl kaldırdığının örneği, mücadele metodunun adıydı.


CUMHURİYETÇİLİK

Cumhuriyetçilik yeni Türk Devleti'nin temel özelliğidir. Tarihçiler Cumhuriyetçilik ilkesinin üç açıdan önemine işaret ederler. Öncelikle tarihsel hanedan devletine bu ilkeyle tepki konulmakta ve tarihteki diğer Türk devletlerinden ciddi kopuş yaşanmaktadır. Tarih boyunca Türk devletleri hanedan yapısına sıkı sıkıya bağlı kalmışlar ve genelde kurucularının isimlerini almışlardı. Oysa çağın gerekleri doğrultusunda oluşturulan Cumhuriyet ile artık Türk insanı yüzünü Batı'ya çevirmiş ve geçmişiyle arasında temel bir farklılık noktası koymuştur. Yeni devlet kişilerin iki dudağından çıkan ani ve keyfi kararlarla yönetilemeyecek, halkın yönetimi esas olacaktır.

Ayrıca Cumhuriyetçilik ilkesi çağdaş Batılı anlamda egemenlik sorununu da için almaktadır. Bilindiği gibi egemenlik kuramı beraberinde egemenliğin kime ait olacağı sorununu da getirmektedir. Atatürk, egemenliğin, "Kayıtsız şartsız ulusun" olduğunu belirterek, egemenliğin kaynağı ve şeklini yanıtlamıştır. Ne Osmanlı döneminde ne de dinsel anayasanın geçerli olduğu zaman diliminde egemenlik tam anlamıyla halka ait olmamıştır. Yine Cumhuriyetçilik ilkesinin bir diğer kazanımı da çağdaş anlam taşıyan bir "anavatan" kavramına ulaşılmasıdır.

Çağdaş "anavatan" demek verili bir toprak, sınırlar çerçevesinde vatan kavramının kalplerde ve düşüncelerde somut bir şekilde kavranabilmesi demektir. İmparatorluk döneminde vatan mefhumuyla kastedilen olgu doğulan, içinde yaşanılan köy, kasaba veya şehirdi. Oysa artık vatan doğulan, yaşanılan yerle sınırlı kalmayıp, sınırlar içerisinde bulunan tüm topraklara verilen addı. Zaten Türkler ulusal kurtuluş mücadelesini de, kendilerini bir ulus olarak görmeyen Batılı devletlere karşı, bağımsızlıklarım kazanıp, bu sınırlar içinde kalan vatana ulaşmak için yürütmemişler miydi? Atatürk'ün kendi sözlerinden Cumhuriyet ve Cumhuriyetçilik ilkesinin özellikleri şöyle alınabilir:

"...Cumhuriyet rejimi, yurdumuzda, esenlik ve sükunun en iyi yerleşmesini sağlamış bulunuyor. Yurttaşlar ve bu yurtta oturanlar, cumhuriyet yasalarının eşit koşulları altında kendileri için hazırlanan, özgürlük, gönenç ve mutluluk olanaklarından elden geldiğince yararlanmaktadırlar.

Ulusumuzun layık olduğu yüksek uygarlık ve gönenç düzeyine varmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını karşınızda söylemekle mutluyum
 
Kayıt
17 Mayıs 2007
Mesajlar
4.792
Beğeniler
0
Şehir
Akçay
Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.


Cumhuriyeti,ve onun gereklerini yüksek sesle anlatınız.Bunu yüreklere yerleştirmek için elverişli olan hiçbir durumu kaçırmayınız.

Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.1923

Ben,Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum. 1937

Cumhuriyet ahlak üstünlüğüne dayanan bir ülküdür;Cumhuriyet erdemdir.

Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmağa mahkûmdurlar. 1929

Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.1923

Bizce: Türkiye Cumhuriyet anlamınca kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en muhterem mevkide, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir mevcudiyettir. Memleket dayanışma isteyen bir birliğe muhtaçtır. Alelâde politikacılıkla milleti parçalamak, hıyanettir.1925

Yeni nesil, en büyük cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır. 1924

Türk milleti kahramanlıkta olduğu kadar, istidat ve liyakatte de bütün milletlerden üstündür. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölmez âbidesidir. Bu eseri meydana getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkumandanı olduğumdan daima mesut ve bahtiyarım. 1927

Hiçbir sözümde milletime karşı geri alma durumunda kalmadım. Onları söylerken bir hayal peşinde koşan gibi, hayal şakıyan bir şair gibi değil, onları söylemekliğim bu milletteki kabiliyet unsurlarını bilmekliğimden idi.1923

Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O, esaret ve aşağılığı kabul etmez.1919

Türk milletinin istidadı ve katî kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan, ilerlemektedir.

Türk köylüsünü 'Efendi' yerine getirmedikçe memleket ve millet yükselemez İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez; millet ve devlet şeref ve bağımsızlığı temin edilemez.1927

Mesuliyet yükü herşeyden, ölümden de ağırdır.1915

Dünya üzerinde yaşamış ve yaşayan milletler arasında demokrat doğan yegâne millet Türklerdir. 1937

Türk, esaret kabul etmeyen bir millettir. Türk milleti esir olmamıştır. Ben gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.1937

Dolayısıyla ya istiklâl, ya ölüm! 1920.
 
Kayıt
17 Mayıs 2007
Mesajlar
4.792
Beğeniler
0
Şehir
Akçay
1."ATA" LAFINI SEVMEZDI
"Ataturk" hitabini ilk kez donemin Turk Dil Kurumu Baskani bir konusmasinda kullanmis*** Mustafa Kemal de cok begenerek soyadi olarak almisti.Kendisine Ata" diye hitap edilmesinden hic hoslanmazdi.

2.EN SEVDIGI YEMEK
Manastir Askeri Lisesi yillarindan kalan bir aliskanlikla hayati boyunca en sevdigi yemek kuru fasulye ve pilav olarak kaldi. Tatliya duskun degildi ama cani istediginde cok sevdigi gul recelini tercih ederdi.

3.EN BUYUK HAYALI DUNYA TURUNA CIKMAKTI
Omru yetseydi bir dunya turuna cikip Turk dili ve tarihi uzerindeki calismalarini genisletmek en buyuk hayaliydi.

4.BASUCU KITABI "CALIKUSU" YDU.
Binlerce kitabi vardi.Ama bunlarin arasinda bir tanesini hayati boyunca hatta cephede bile basucundan ayirmadi. Resat Nuri Guntekin'in unlu Calikusu" romanini hep yaninda tasir*** her gun rastgele bir yerinden acar*** birkac sayfa okurdu.

5.KABUL SALONUNDAKI AT YAVRUSU
Atlardan sonra en sevdigi hayvan kopekti. "Fox" adini verdigi kopegi*** Gazi`nin yataginin ayak ucunda uyurdu. Hayvanlara duskunlugu o dereceydi ki bir gun misafirlerinin de gorebilmesi icin yeni dogmus bir tayla annesinin Cankaya Kosku kabul salonuna getirilmesini bile emretmisti.

6.TAM BIR SALON ADAMI
En sevdigi dans valsti. Muzik zevki cesitlilik gosteriyordu.Klasik Bati muzigi disinda Anadolu ezgilerini de severek dinlerdi.

7.GOMLEKLERININ TUMU BEYAZDI
Gomleklerinin hepsi beyazdi. Bu gomlekler ilk yillarda Isvicre`de ozel olarak dikilirken sonra yerli mali kullanma kampanyasina onculuk edebilmek icin Beyoglu`nda bir terziye diktirilmeye baslanmisti.

8.DOLABINDA LACIVERTE YER YOKTU
Takim elbiselerinin tasarimlarini hep kendisi cizerdi.Lacivert takim giymeyi sevmezdi.

9.OLCULERI
Boyu 1.74 idi.Hayatinin son donemlerine kadar 76 olan kilosu hastaliginin ilerlemeye baslamasiyla 46'ya kadar dusmustu. 43 numara siyah rugan ayakkabi giyerdi.

10.RUMELI SIVESI
Ozenli ve temiz bir Turkce konusurdu. Ancak bazi kelimeleri Rumeli sivesiyle telaffuz ederdi.

11.HAZIN BIR HIKAYE
Hayatinda bir donem cok onemli yer tutan Mustafa Kemal`in evlenmesinden sonra hayatina trajik bir sekilde son veren Fikriye Hanim`in mezarinin nerede oldugu bilinmiyor.

12.CUMHURBASKANLIGINDAN SIKILIYORDU.
Hayatinin cogunu gecirdigi savas cephelerinden sonra Cumhurbaskani olarak gecirdigi yillar ona bir tecrit yasantisi gibi geliyor*** cok sevdigi halkindan ve sade bir vatandas yasamindan uzaklastigini dusunuyordu.

13.PAPA`NIN TEMSILCISINE ELBISE
Kiyafet Kanunu cercevesinde tum din adamlarinin dini kiyafetleriyle sokaga cikmalari yasaklaninca*** Monsenyor Roncalli`ye kendi terzisi Kemal Milasli eliyle bir koleksiyon hazirlatti.

14.KENDISI TIRAS OLMAZDI.
Sabah kahvaltilariyla arasi hic hos degildi.Yataktan kalkar kalkmaz odasindaki divanin uzerine bagdas kurarak oturur*** gunun ilk kahvesini sigarasini icerdi.Bir ozelligi de kendi kendine tiras olmamasiydi.

15.DUZEN TAKINTISI VARDI
Evinde ***cevresinde hatta konuk oldugu evlerde bile egri duran esyalari duzeltmeden rahat edemezdi.

16.HOSGORULU LIDER
Koylunun birinin gazete kagidina sardigi tutunu icmeye calisirken eli yanmis***"Alin bunu kendi icsin" diyerek Ataturk`e
kufretmisti.Mahkemeye cikarilacakti. Ataturk olayi dinledikten sonra "Onu mahkemeye vereceginize dogru durust sigara icmesini temin edin" dedi.

17.SIGARA PAZARLIGI
Hastaliginin baslangicinda kendisini muayene eden Dr.Fissinger gunde kac paket sigara ictigini sormus*** Ataturk "sekiz" demisti. Doktor bunu gunde bir pakete indirmesi gerektigini soyleyince gulumseyerek cevap vermisti:"Ben zaten bir paket iciyorum. Bundan sonra bunu sizin izninizle yapacagim".

18."BU NASIL HALKCILIK?"
Bir sabah milletvekilleri ile trene binmisti.Konduktorun milletvekillerinden bilet parasi almamasina sasirmis nedenini
sormustu.Trenin milletvekillerine bedava oldugunu ogrenince epey sinirlenmis*** "Ne de guzel halkcilik ama" demisti.

19."LAIKLIK ADAM OLMAKTIR!"
Ilk mecliste bir oturum sirasinda uyelerden biri laikligin ne manaya geldigini anlamadigini soyleyince Gazi cok sinirlenmis ve elini
kursuye vurarak bir din bilgini olan uyeye cevap vermisti: "Adam olmak demektir hocam***adam olmak!"

20.KURBANLARI BAGISLARDI
Gittigi yurt gezilerinde kendisi icin kurban edilen hayvanlara bakamaz boyle durumlarda sirtini doner yada kesilmelerini engellerdi.

21.YABANCI DILE MERAKI
Askeri lisede ogrenmeye basladigi Fransizca'yi sonraki yillarda gelistirdi. Zengin bir kelime bilgisi vardi. Konusurken araya
Fransizca sozcukler de eklerdi.

22.FASULYESINE POKER
Kumardan hoslanmaz ama arkadaslariyla fasulyesine poker oynardi.Oyun sonunda kazandiklarini iade ederdi.

23.KAN GORMEYE DAYANAMAZDI
Cephelerde dusmanla gogus goguse savasmis biri olarak en ilginc ozelligi savas meydanlari disinda kan gorunce fenalasmasiydi.

24.KULAKLARI DUYAN TEK KISI.
Fransiz tarihcisi Herriot Ankara`ya geldiginde Gazi`nin kulaklarinin duyuyor olmasina sasirmis anilarinda bunu espirili bir dille anlatmisti: "T.C`de bir tane kulaklari duyan kisi var onu da Cumhurbaskani yapmislar".

25.BIR RICASI BAS ACTIRDI
Bir gun halk arasinda dolasirken carsafli bir kadina rastlamis*** "Hafiz Hanim benim hatirim icin basindaki ortuyu acar misin?" diye sormustu. Kadin bas ortusunu acarak *** Ataturk`un onunde egildi ve ellerini optu.

26.BILARDO VE YUZME
Sportmen kisiligi vardi. Her gun at biner *** yuzmeye gider ve bilardo oynardi.

27.EN BASARILI DERS.
Egitim hayati boyunca en basarili dersi matematikti. Pozitif bilimlere ilgisi hayati boyunca surdu.

28.YAGCILARA GECIT YOK
Yagcila cok kizardi Bir aksam sofrasida kendisine gereksiz sekilde iltifat eden Abdulhak Hamit`e mudahale etti.

29.SON YILBASI GECESI
1937`yi 1938`e baglayan son yilbasi gecesini Disisleri Bakani Tevfik Rustu Aras ile bas basa gecirmisti. O gece dolabindaki bazi elbiseleri bakana hediye etmisti.

30.KOSKTEKI GUVERCINLIK
Kuslari cok severdi.Cankaya Kosku`nde ozel bir bakicinin ilgilendigi guvercinligi vardi
 
Kayıt
17 Mayıs 2007
Mesajlar
4.792
Beğeniler
0
Şehir
Akçay
Atatürk'ten ayrılınca yalnızlığa gömülen Latife Hanım, bile bile ölüme gitti. Ölürken göğsünde O'nun resmini taşıyordu

Fikriye Hanım (1887 - 1924)


Fikriye Hanım 1887 yılında Selanik'de doğdu. Fikriye Hanım Zübeyde Hanım'ın ikinci eşi Galip Bey'in kardeşinin kızıdır. Genç yaşta bir Mısırlı ile evlenmiş fakat bu evliliği yürütemeyerek, ailesinin yanına dönmüştür.
1923 yılına değin Çankaya Köşkünde Mustafa Kemal'e yardımlarda bulundu. Bu arada ciğerlerinden rahatsızlandı. Münih'e gitmek zorunda kaldı. Mustafa Kemal'in Latife Hanımla evliliğini öğrenince Türkiye'ye geri döndü. Birkaç gün Çankaya Köşkü'nde misafir edildi. İstanbul'a yerleşmeye karar verdi. 1924 yılında Ankara'dan ayrılmadan önce Münih'ten Mustafa Kemal'e getirdiği hediyeyi vermek üzere Çankaya Köşkü'ne gitti. Fakat başyaverin, Mustafa Kemal'i görmesini engellemesini kendine yediremeyen Fikriye Hanım Köşkün önünde tabanca ile kendini vurarak intihar etti.

İşte Fikriye'nin Ata'ya duyduğu büyük aşk için söylenilenler:

Latife Hanım'ın erkek kardeşi Ömer Uşşaki'nin torunu Dilek Bebe, "Yüzyılın Aşkları" belgeselinde, halasının Atatürk'le evlilik hayatını anlattı.
Anlattıklarından, bugüne dek Atatürk'ün yakın çevresi tarafından "huysuz gelin" diye nitelenen Latife Hanım'ın bu evliliğe ve boşanmasına nasıl baktığı anlaşılıyor.


Fikriye Hanım'ın Köşk'e gelmesiyle ilk ciddi kavgayı yaşadıkları doğru mu?
Bunu şöyle düşünün: Sizin eskiden birlikte yaşamış olduğunuz bir hanım gelip kapınızı çalsa ve sizin evde kalmaya kalksa eşiniz ne der? Ben de olsam sinirlenirim. Kaldı ki Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ndesiniz. Bu, çiftin arasındaki ilişkiyi de bozar, Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne olan saygıyı da bozar. Çünkü normal bir durum değil. Halam, bütün nezaketine rağmen bazı şeyleri anlatamayınca herhalde bir gün kapısının önünde, 'Bu hanım hâlâ burada mı?' demiş. Ve bunu da Fikriye Hanım duymuş ve gitmiş zaten...

Fikriye Hanım'ın ölümü ve Kemal Paşa'nın bir gün dalgınlıkla Latife Hanım'ı "Fikriye" diye çağırması...?
Bence Mustafa Kemal Paşa Fikriye Hanım'ın ölümü nedeniyle vicdan azabı çekmiştir. Sonra yanlışlıkla onun adını söylemesi kasıtlı bir şey değildir, ama halam herhalde çok üzülmüştür buna. Bildiğim kadarıyla o olayın ardından İzmir'den annesiyle babasını çağırır, evi terk etmek istediğini söyler. Muammer Bey ve Adviye Hanım da 'Evlilikte olur bunlar' diye onu ikna ederler.

Ama bir gün Mustafa Kemal Paşa, "Evine git" deyiverdi.
O korkunç, acı bir şey. O ayrılış şekli, evliliğin Atatürk tarafından görünüş şeklini ifade ediyordu bence...

Ayrıldıktan sonra pişman oldu mu Latife Hanım?
Halamı, hiçbir şeyden pişman olmuş olarak görmedim. Elbette hataları olmuştur. Ama Kemal Paşa'nın yok mudur? Halamda gençliğin verdiği bir fevrilik de var tabii...

Atatürk'ün yaveri Salih Bozok'un anılarını içeren ''Latife & Fikriye / İki Aşk Arasında Atatürk'' isimli kitap, Mustafa Kemal'in özel hayatına ışık tutuyor. İsmet Bozdağ'ın derlediği ve Truva Yayınları'ndan bu hafta sonu çıkacak kitapta Bozok, Atatürk'ü, ''Ben, Mustafa Kemal Paşa'nın sadece arkadaşı, dostu değil, hayranı idim... Bakışları başkaydı, düşünceleri başkaydı, insan münasebetleri başkaydı; velhasıl o kadar başkaydı ki, tanıyanlar ya ateşböcekleri gibi ışığına pervane kesiliyorlar ya da çekilip gidiyorlardı. Ben, pervane kesilenlerdendim'' diye anlatıyor. Kitaptan bazı bölümler şöyle:


'Fikriye, Atatürk'ü oyalamayı biliyordu'

''Fikriye, ortadan az uzun, ince, kara gözlü, kara kaşlı, aydınlık yüzlü bir kadındı. Güzelden fazla, alımlı idi... İstediği zaman kişiliğini insana duyurur, istediği zaman odanın içinde varlığı fark edilmezdi (...) Paşa, sabahları Fikriye'yi alarak yürüyüşe çıkar ve bu yürüyüşlerden çok hafiflemiş olarak dönerdi. Demek ki Fikriye, Paşa'nın canını sıkmamayı ve onu oyalamayı biliyordu.''


'Beni niçin eşime gammazlıyorsun?'

''Paşa, cephedeydi. Rakı içiliyormuş. Makbule Hanım'ın kadehi boş olduğu için Fikriye Hanım:

- Sen niye içmiyorsun abla?.. diye sormuş...

Vay, sen misin soran!.. Makbule Hanım alı alına, moru moruna karışıp ateş püskürmüş:

- Vay sen benim rakı içtiğimi kocama niçin gammazlıyorsun? diye.

Sofra altüst olmuş, yemek herkesin burnundan gelecek... Mustafa Mecdi Bey dayanamamış ve bir kâğıda, 'Ya şimdi susarsın ya da 'boş' kâğıdını yazarım' notunu yazmış... Makbule Hanım susmuş''


Atatürk'ün manevi kızı Ülkü Adatepe, ! "Ata'nın Fikriye ile ilişkisi gerçek bir aşktı. Bunu da herkes biliyordu" diyor ve ekliyor:
Latife Hanım çok hırçın ve sinir hastasıydı. Zübeyde Hanım da Atatürk'ün yakın çevresi de Latife Hanım'ı hiç sevmemişti...

* Ya Fikriye Hanım...

Ona aşıktı. Hatırlamıyorum ama annem ve Sabiha Hanım anlatırdı. Fikriye Hanım, Ata'nın çevresindekilerin de beğenisini alan güzel bir kadınmış. Herkes hayranmış.

- Latife Hanım 'first leydi'liğe daha mı uygun bulunmuş?

Şöyle anlatılmıştı bana. Zübeyde Hanım hastalandığında Ata'ya bir mektup yazarak, evlenmesini istemiş. O sırada Latife Hanım yetiştiriliş tarzı, ailesi bakımından beğenilmiş. Ancak görünen gibi olmamış.

* Yurtdışında okuyan Latife Hanım'ın neyi uymamış Ata'ya?

Bir kere Zübeyde Hanım bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra fikir değiştirmiş. Ata'nın yaveriyle haber gönderip, "Sakın evlenme" demiş. Ancak o sırada Ata'nın çevresindekiler de evlilik için bastırınca evlilik gerçekleşmiş. Bana anlatılanlar Latife Hanım'ın hırçın, hırslı ve şımarık olduğu. Aileden gelen bir sinir hastalığı da varmış. Ata'nın yakın çevresindekiler onu sevmemiş. Sonuçta Ata öldükten sonra da kendini odaya kapattı. Kimseyle görüşmedi.

* Ya Fikriye Hanım'ın ölümü?

Çok acıklı. Onunla ilgili anlatılanlardan çok etkilenirim. Fikriye Hanım döndüğünde eve alınmamış. Bu Ata'nın onun gelişinden habersizliğinden kaynaklanıyor. Fikriye Hanım buna çok içerlemiş. Latife Hanım'ın, Atatürk'ün Fikriye Hanım'la ilişkisini kesmesinde büyük etkisi var. Bana kalırsa, anlatılanlardan bildiğim Fikriye ve Ata'nın ilişkisi gerçek bir aşktı. Fikriye'nin hastalandığı da doğrudur. Paris'te tedavi görmüş.
Keşke Fikriye Hanım'la evlenseydi.


Alıntıdır.
 
Kayıt
17 Mayıs 2007
Mesajlar
4.792
Beğeniler
0
Şehir
Akçay
-Resim Silinmiş.
-Resim Silinmiş.
 
Son düzenleme yönetici tarafından yapıldı:
Kayıt
24 Temmuz 2007
Mesajlar
519
Beğeniler
0
sağol da sen bunları okuyor musun acaba? Rolling Eyes merak ettim yanlış anlama ama doğruyu söyle :lol: :mrgreen:
 
Kayıt
17 Mayıs 2007
Mesajlar
4.792
Beğeniler
0
Şehir
Akçay
Dogrusunu Söylüyeyim İlkelerin bir kısmını Okdum Daha Önce Ama Hepsini tammamıyla okumadım AMa bir cogunun sonun yaklasıkken Daha cabuk hazrılamak için kestim vecizeler güzeldi onları okdum Wink
 
Kayıt
15 Mayıs 2007
Mesajlar
519
Beğeniler
0
Şehir
Esk.
özellikle atatürkn yptıqı 30 şeye değindiğin için teşekkürler ilgi çekici Wink Cool
 

EmmaW

 
Kayıt
11 Aralık 2007
Mesajlar
6.551
Beğeniler
1
Şehir
Şeref Bey Stadı
- Resim Silinmiş.
- Resim Silinmiş.

Kübada olan Atatürk heykeli aramızda çoğu şeyde che g. yı örnek alanlar var ama bence Atatürk'ü örnek almalıyız. Çünkü Che g. vb. Atatürk'ü örnek almış ve ülkesine heykelini yaptırmış.
not: Kübada Atatürk heykelinden başka siyasi lider heykeli yokmuş.
 
Son düzenleme yönetici tarafından yapıldı:
Yukarı Alt