Kayıt
27 Nisan 2007
Mesajlar
7.427
Beğeniler
0
Şehir
In Dem Kampus
Yeni Projemle karşınızdayım.Çok uzun araştırmalar sonucu bu konuyu hazırlıyorum.Bu konuda değişik bilgileri sizle paylaşacağım.Atlantis ile başlıyorum Ve daha bir çok gizemli olayı burada ssizlerle paylaşacağım. Lütfen en azından bir teşekkürü çok görmeyin.


Tarihi Gizemler


Kaya Resimlerinin Esrarı

Zaman: Geç Buzul Çağından sonra
Mekân: Dünya


Heykel ve resim hemen hemen aynı anda çıkmışlardır ve bunların en iyi örnekleri öylesine bir mükemmeliyete erişmiştir ki, bunları keşfedenler, bu ürünlerden, bazı bakımlardan Yunanlılar'ın eserlerinden bile daha üstün olarak sözetmişlerdir. W, J. SOLLAS, 1911

Arkeolojik malzememizin çoğunluğunu, parıltılı altınlar değil eskidikleri, kırıldıkları ya da işe yaramadıkları zaman atılan ya da kaybolan döküntüler oluşturur. Araştırmacılar sözünü ettikleri kapların bir tekinin bile örneğini görmeden, kırık çanak çömlek parçaları hakkında kitaplar yazarlar ve sonra bunları üretenlerin hayatlarım canlandırmaya çalışırlar.

Buna kıyasla kaya resimleri gerçek bir belgedir: Geçmişten gelen bu resimler bize eski insanların kendi dünyalarını nasıl algıladıklarım gösterir. "Algılamak", "görmek"ten daha doğru bir terimdir, çünkü algılamak, insan gözünün gördüğünü, neyi fark edip neyi etmediğini biçimlendirir.

En ünlü resimler Fransız ve İspanyol mağaralarındaki Buzul Çağı'ndan kalma olanlarsa da, kaya resimlerinin çoğunluğu daha sonraki tarihlerden kalmış olup dünyanın pek çok yerine dağılmıştır ve bunlar mağaraların derinliklerinden çok, açık ya da kısmen korunaklı yüzeylerdedir.

Kaya olan her yerde kaya resmi olabilir. Dünyanın en büyük kaya resmi bölgeleri -İskandinavya, Birleşik Devletler'in uzak batısı, Avustralya'nın içleri, Orta Sahra'nın sıradağları- doğal olarak açık kayalıkları çok olan yerlerdir. Kaya resimlerinin dağılımı da değişkendir ve gayet güçlü eski modelleri akla getirmektedir: Alpler'deki kaya resimleri iki Kuzey İtalya vadisinde -Valcamonica ve Valtellina- bir iki milyon resim, Fransa'da yalnızca Bego Dağı'nda 30.000 kadar resim varken, dağlar zincirinin geri kalanındaki resim sayısı birkaç bini geçmez.




Solda) Avustralya'nın kumtaşı kayaları, kaya resimlerinin en büyük hazinelerinden birine sahiptir. Kırmızı aşı boyasıyla yapılmış bu eski çağ kangurusu Kuzey Avustralya'da, Kakadu Milli Parkı'ndadır. (Sağda) Kaya resimlerinde, boyayla yapılan çizimler dışında, kaya yüzeyinin kazınması tekniğiyle yapılmış resimler de vardır. Kuzey Norveç'teki Alta'da bir ayı resmi.


AVCI İNSANLARIN KAYA RESİMLERİ


Peki bunlarda resmedilen dünya nedir? Resimlerdeki hayvanlar çok farklıdır: Avustralya'da kangurular ve karıncayiyenler, Güney Afrika'da boğa antilopu ve keseli antilop, Norveç'te ayı ve ren geyiği. Ancak, avcı İnsanların kaya resimlerinde güçlü bir tutarlılık vardır. Hayvanlar hemen hemen her zaman çoğunluktadır, resimlerde belirli bir seçim vardır: Resmedilen hayvanlar eski çevrelerde en çok bulunanlar ya da çağın arkeolojik alanlarında kemiklerini bulduklarımız değillerdir.

Bu nedenle bu hayvanların seçiminde bazı önemli anlamlar olmalıdır. Bunlara kıyasla bitki resimleri azdır (ayrıca bitkilerin hayvanlar kadar belirli biçimleri olmadığı için seçilmeleri güçtür), oysa avcı-toplayıcı insanların beslenmek için hayvanlardan çok bitkilere güvendiklerini bilmekteyiz. Şu halde o kadar hayatlarının bağlı olduğu bitkiler yerine, bunca hayvanın resmedilin e-sinin nedeni ne olabilir?

Günümüzde yaşayan avcı-toplayıcı insanlar ile tarihi zamanlara kadar erişenlerden bildiklerimiz bize bazı ipuçları vermektedir. Pek çok avcı-toplayıcı, bazı hayvanları özel olarak kabul eder: Avrasya'nın kuzey bölgelerinde ayılar, Güney Afrika'da Drakensberg'de San halkı arasında boğa antilopları, California'nın güneybatısındaki kurak çölde büyük boynuzlu koyunlar.

İşte bu hayvanlar, kaya resimlerinin konusudur. Bazı hayvanlar düşsel deneyimlere dayanmaktadır ve kimi zaman bunların anlamını biliriz: California'daki büyük boynuzlu koyunlar yağmur yağdırmayla ilişkilidir ve Kuzey Amerika'nın en kuru yeri olan Ölüm Vadisi'ne yakın dağlarda yaşarlar.




(Solda) İlk çiftçilerin kaya resimleri, onların dünya deneyimlerini, yeni yaşam biçimlerinin yenilik ve el aletlerini yansıtır. Burada iki at tarafından çekilen dört tekerlekli bir araba görülüyor. Kuzey İtalya'da Brescia'daki Valcamonica. (Sağda) Etkileşim halinde iki "Dinamik Figür". Sağda bir insan, solda hayvan başlı bir yaratık. Avustralya, Kuzey Toprakları, Djuwarr.

Çağdaş avcı-toplayıcı toplumlarda transa ve "şaman"ların ya da "bilge adamaların özel bilgi ve becerilerine dayanan düşsel algılama çok yaygın olduğu için, bunun geçmişin avcı-toplayıcı toplumlarında da böyle olmuş olacağını beklemek mantıklıdır.

Bir tek hayvan türünün ısrarla vurgulanması ya da trans duygularının -hafiflik, uçma, ölümü andıran bir başkalık- görsel benzetmelerle ifade edilmesi böyle inançlara işaret edebilir.

Belki de Kuzey Avustralya'nın arkaik "Dinamik Figürleri" böyle yorumlanmalıdır. Buzul Çağı Avrupa'sının Paleolitik döneminde ve Güneydoğu Amerika ile Maya topraklarında, kaya resimlerinin mağaralara yapılması da bu açıdan anlamlı olabilir: Bu karanlık ve çoğunlukla erişilemez yeraltı mekânları sık sık başka bir dünyaya giriş yerleri olarak görülür.

Bugün Batı'da çoğumuzun epey daraltılmış bir ruhsal dünyası vardır. Aramızda yaşayan ruhlara ya da insana benzeyen varlıklara inanmayız. Ancak kaya resimleri konusunda ilk elden bilgi edindiğimizde, genellikle hayvan ve kuş resimlerinin yüzeyden göründükleri şeyler olmadıklarını anlarız. Bir biçim bir geyik olabilir ama o aslında sıradan fiziki bir gerçek olmaktan çok, ruhsal dünyanın bir yaratığıdır.

Bundan hareket ederek tarih öncesi resimlere baktığımızda onları iki açıdan görmeliyiz. Bir düzeyde onları yüzeysel resimler olarak yorumlayabiliriz: Ayı ve balina ile kalkan balığı resimleri, bize o yaratıkların o zamanın ortamında bulunduklarını ve o insanların bunları tanıdıklarını gösterir. Ama balina biyolojik bir canlıdan daha fazla bir şey olmuş olabilir, bu durumda balina resmi daha büyük bir anlam taşıyacaktır.

Aynı şey "antromorfik" yani insan biçimli olarak seçebildiğimiz resimler için de geçerlidir. Bunlar insan biçiminde olsalar da, aynı zamanda ruh dünyasına ait olabilirler. Ya da tek bir kategoriye girmeyebilirler: Hıristiyan ikonografisinde Meryem Ana "yâlnızca" genç bir kadının resmidir ama fiziki varlığı dışında pek çok ve kutsal anlamlar taşır.

Resim, kısmen insan olan bir biçimdeyse, o zaman onun basit bir görüntüden başka bir anlamı olduğundan emin olabiliriz. Wyoming'de Bighorn Basin'deki kaya resimlerinde görülen ve suyun içinde yaşayıp ölümlüleri suya çekerek öldüren "Su Hayalet Kadını" bunlardan biridir.

Ruh dünyasıyla ilgili karakteristik bir kaya resmi motifi de "Therianthrope"tur (hem hayvan hem insan özelliklerine sahip bir tek figür). Bu figür, Güney Afrika'da bir boğa anti-lopu başı ve ayaklarıyla bir insan, Avustralya'da uçan tilki (meyve-yarasası) başı olan bir insandır. Therianthrope'lar genellikle "basit insan" resimlerinin yanına ya da onlarla ilişkili olarak çizilmiştir. Belki de bunlar hayvan ruhlarıyla uğraşan insanlardır, belki de iyi ya da kötü ya da tehlikeli ya da kutsal, insan biçimine girmiş ruhsal varlıklardır.




Solda) Güney Afrika kaya resimleri ünlü bir renk ve çizgi zarafetine sahiptir. Önde boğa antilopları, arkada pelerinli iri insan figürleri ve yukarıda çubuk adamlar. Güney Afrika, Drakensberg Dağları, Game Pass sığınağı. (Sağda) California'daki Ölüm Vadisi yakınlarında Coso Sıradağlarımda bazalt kayalara çizilmiş büyük boynuzlu koyunlar.


İLK ÇİFTÇİLERİN KAYA RESİMLERİ


Çiftçilik yapan insanların kaya resimlerine yansıyan dünyaları -ve de dünya deneyimleri- avcı-toplayıcılarınkinden farklıdır. Bu nedenle geç Buzul Çağı'nın avcı-toplayıcı kaya resimleri, Neolitik Dönem ve Bronz Çağı resimlerinden çok farklıdır ve öbürleri gibi sığınaklarda ya da mağaralarda boyanmaktan çok açık havada, düz taş yüzeylere kazınmıştır.

Bu yeni hayat biçiminin yenilikleri ve el aletleri çiftçi kaya resimlerinde açıkça görülmektedir: Sabanlar ve bunları çeken öküzler, madeni hançerler ve baltalar, kayıklar, kütük evler. Ancak burada da bilinçli bir seçim sözkonusudur.

Alpler'de kaya resimlerinin karakteristik bir motifi de, arkeolojik kayıtlarda pek rastlanmayan türde bir baltadır. Ve bu nedenle biz, anlamını bilmesek de bunun bir nesne olarak özel olduğunu anlarız. Hançerler ve baltalar erkek insan figürleriyle ilişkilendirildiğinden, bunların anlamının erkekleri ilgilendiren bir şey olduğunu düşünürüz.





(Solda) İnsan unsurlarını hayvan unsurlarıyla birleştiren Therianthropik figürler. Güney Afrika'da Drakensberg Dağları'ndan. (Sağda) Bir elinde iki bumerang, başında başlık ve belinin arkasında "kabarıklık" olan bir insan, "Dinamik Figür". Kuzey Avustralya, Batı Arnhem Toprakları.


KAYA RESİMLERİNİN KÖKENİ



Kaya resimlerinin bugün de süregelen esrarı kökenleridir. Zanaat becerileri geliştikçe ilerleme gösteren çömlek ya da taş işçiliği gibi eski teknolojilerin aksine, erken kaya resimleri sanatı harikulade başarılıdır. Fransa'da Cosquer'de ve Chauvet'de yeni bulunan mağara resimleri, ünlü Lascaux mağarasında-kilerden çok daha zariftir ve tarih olarak da onlardan daha eskidir. Avrupa dışındaki kıtalarda bulunan eski resimler de, çok daha eskiden, hatta belki de daha ilk başından çok zarif bir beceriye sahip olunduğunu göstermektedir.

Şu halde böylesine üstün kaliteli -hatta kusursuz -resimlerin ilk beceriksiz çabalardan geçmeden böyle birden gelişmiş bir biçimde "ortaya çıkmaları" nasıl açıklanabilir? Ama belki de bu aslında olduğu gibi değil de, bugün bizim böyle görüşümüzden kaynaklanmaktadır: Belki de uzun bir evrim vardı ama eski resimler tahta ya da başka çabuk bozulan maddeler üzerine ya da hava koşullarına açık kayalara yapılmıştı ve günümüze kadar gelmemiştir. Ancak elimizdeki kanıtlar, yine de, resimlerdeki mükemmel figürlerin birdenbire doğduğu yönündedir.






Piramitler Nasıl Yapıldı?



Zaman: İÖ 2551-100
Mekân: Mısır




HERODOTOS demiş ki:
Piramit merdiven basamağı gibi sıra sıra inşa edilmişti. Bu şekilde tamamlanınca kalan taşları yerlerine kısa tahta kütüklerden yapılma makinelerle kaldırdılar.
Herodotos'un yaşadığı zamanlardan bu yana Mısırlılar'ın piramitleri nasıl inşa edip dikili taşları nasıl kaldırdıkları hakkında pek çok tartışma yapılmıştır. Ne yazık ki, Mısırlılar'dan günümüze bu konuları anlatan fazla bir belge kalmadığından, ortaya atılan bütün kuramlar, ancak deneysel arkeolojiyle sınanarak inanırlık kazanabilmektedir.

Taşların ham olarak taşocaklarından çıkarılması, yontulması ve yontulmuş bu taş blokların ve dikilitaşların nakliyesi konularında pek çok yanıtlanmamış soru varsa da, belki de en büyük esrar, piramitlerin ve dikilitaşların gerçekten hangi teknikle yapıldığıdır.



(Solda) Piramit yapımının erken bir aşamasını gösteren kroki. Piramitin kenarlarının tabanına birbirine paralel çakılmış kazıklar ayar ve düzleme için kullanılmış olabilir. (Sağda) Ahşap bir beşik modeli. Günümüze kadar tam boyutlu örnekler kalmamışsa da, piramit bloklarının nakli için bunların kullanılmış olması mümkündür.



PİRAMİTLERİ NASIL O KADAR DÜZGÜN OLARAK İNŞA EDEBİLDİLER?



Mısır'da modern arkeolojinin tartışmasız babası olan Flinders Petrie, 1880-2'de hepsi de 10 üçüncü binyılın ortalarında yaşamış 4. Hanedan hükümdarlarından Keops, Kefren ve Mikerinos'un (büyük ölçüde angarya yöntemiyle inşa edilen) piramitlerinin bulunduğu el-Gize platosunda çok titiz bir araştırma başlatmıştır. Bulguları arazinin belki de bir ızgara gibi hendekler kazıp bunları suyla doldurarak ve sonra da çevredeki "taş adalar"ı istenilen düzeye indirerek düzeltildiğini akla getiriyordu.

Yüz yıl sonra Amerikalı Mısırbilimci Mark Lehner, el-Gize piramitlerinin çevresindeki kaya tabakasına açılmış çeşitli delik ve hendeklerin krokisini çıkarttı ve bu hassas düzleştirme işinin arazinin tümünde değil, piramitin en alt taşlarının yerleştirileceği yerin kenarında dar şeritlerde yapıldığı kanısına vardı.

Gize piramitlerinin her birinin ortasında masif bir kaya kütlesi bulunmaktadır (bunlar piramitlerin içinde birkaç yerde görülebilir). Bu doğal kaya göbekleri, inşaatçıların tam bir dörtgen elde etmek için köşegenleri ölçmelerini de engellemiş olabilir.

Günümüze kalan aletlerden anladığımıza göre Mısırlı mimarlar, kadastrocular ve inşaatçılar özellikle iki alet kullanmaktaydılar: Düz çizgileri ve dik açıları yapmak ve yapıların köşe ve kenarlarını astronomik düzenlemelere göre yerleştirmek için merkhet ve bay.

İngiliz Mısırbilimci I. E. S. Edwards, gerçek kuzeyin, herhalde batıda ve doğuda belirli bir yıldızın doğuş ve batış noktasını ölçüp sonra bu iki nokta arasındaki açıyı iki eşit parçaya bölerek bulunduğunu iddia etmiştir.

Daha yakın zamanlarda Kate Spencer, Büyük Piramit'in mimarlarının, kuzey kutbu çevresinde dönen iki yıldızın (Büyük Ayı ile Küçük Ayı'nın) Keops piramitinin inşa edildiği sanılan İÖ 2467 yılında bir hizada olduğunu görmüş olabileceklerini ileri süren ikna edici bir kuram geliştirmiştir. Daha önceki ve sonraki piramitlerin yönlerindeki hataların, bu hizanın gerçek kuzeyden sapma derecesiyle bağlantılı olması da bu varsayımı desteklemektedir.



(Solda) Çizimde, İngiliz arkeologu Reginald Engelbach'ın tasarladığı kum çukuru yöntemi görülüyor. Dikilitaş kızak üstünde çukura çekilir. Kum boşaltılarak dikilitaş kaidesine oturtulur. Son dengeleme ve yerleştirme taşın tepesindeki iki yöne çekilen halatlarla yapılır. (Sağda) 18. Hanedan'ın üç dikilitaşından ikisi hâlâ Karnak'ta Amon Tapınağı'ndaki orijinal mekânlarındadır.


PİRAMİTLER NASIL İNŞA EDİLDİ?


Sakkara'daki ve Gize'deki günümüze kalan kanıtlar (özellikle de tamamlanmamış piramitlerden) taş blokları piramitler üzerindeki nihai yerlerine kaldırmak için en az beş farklı rampa sisteminin kullanıldığını göstermektedir. En kolay ve en aşikâr yöntem doğrusal rampadır (Sakkara'da 3. Hanedan'ın Sekhemkhet piramitinde kullanılmış olabilir). Ancak genelde bu rampalar için gereken genişlik, bunların seyrek olarak kullanılmış olduğu anlamına gelir.

Piramitin bir yüzünde dar basamaklardan oluşan merdiven rampası ise diğerlerinden daha dik bir açı gerektirecektir. Bu tipin izleri Sinki, Meidum, Gize, Ebu Ghurob ve Lisht'te bulunmuştur. Belki de I. Anasatasi'nin 19. Hanedan papirüsünde anlatılan sarmal rampaya başlıca itiraz bunun neyin üzerine dayanacağı ve piramitin büyük bir kısmı sarıldığı takdirde düzeltme hesaplarının ve kontrollerin nasıl yapılacağı sorusudur. Piramitin bir yüzünde zigzaglı bir yol basamak piramitlerinin yapımında en etkili yol olacaksa da, Sakkara, Sinki ve Meidum basamaklı piramitlerinde bunun kullanıldığını gösteren bir ize rastlanılmamıştır.

İç rampa izleri Ebusir'de Sahure, Niuserre ve Neferirkare'de ve Sakkara'daki Pepi H'de görülmektedir ama iç doldurulduktan sonra yine de bir tür dış rampa gerekecekti. Piramitin içinin teraslı olmasının piramitin kenarında basamak basamak daha küçük rampalar dizisinin kullanılmasını daha uygun yapacağı iddia edilmiştir.

Dış kaplama yapıldığında bunların kalıntıları hiç kuşkusuz kaybolacaktı. Piramitten vadideki tapınağa uzanan geçitlerin de rıhtımdan inşaat yerine inşaatçı rampası olarak kullanılmış olması da mümkündür (rıhtım, Nil'e bir kanalla birleştirilmişti).

Kullanılan rampa tiplerinin sorunu dışında tartışmalar, taş blokların yerlerine kaldırılma yöntemleri Üzerinde de yoğunlaşmıştır. Mısırlılar vinç ya da palanga yöntemleri kullanmadıkları için, blokları yerlerine yerleştirmede ahşap ve bakır kaldıraçlar kullanıldığı kabul edilmektedir.



Ebusir'de 5. Hanedan piramitleri. Arkada Gize'deki 4. Hanedan öncelleri. Eski çağlarda piramitlerin dışlarını örten ince kireçtaşı tabaka alınmışsa da, bunların ana blokları günümüze kadar kalmıştır.


DİKİLİTAŞLARIN SIRLARI NEYDİ?



Eski Mısır uygarlığının en belirgin ikonlarından biri, İğneyi andıran ve incelerek yükselen, tepesinde küçük bir piramit örneği bulunan (buna pyramidion ya da benben-taşı âdı verilir) dikilitaştır, ilk dikilitaşların Eski Krallık zamanında (10 2575-2134) Heliopolis'de güneş tanrısı tapınağına yerleştirildiği anlaşılmaktadır. Yeni Krallık döneminde (10 yaklaşık 1550-1070) büyük monolitik örnekler, genelde Karnak ve Luksor'da olduğu gibi tapınakların önüne çifter çifter dikilirdi.

Yeni Krallık döneminden kaldığı sanılan tamamlanmamış bir granit dikilitaş, Assuan'ın kuzey taşocaklarında hâlâ yatmaktadır. 41,75 metre boyu ve tahmin edilen 1150 ton ağırlığıyla bu dikilitaş, çıkarılmasının geç aşamasında tehlikeli bir jeolojik kusuru ortaya çıkarılarak bırakılmasaydı, dünyanın bir taşocağından çıkarılan en büyük taşı olacaktı.

Assuan dikilitaşını ilk inceleyen İngiliz Mısırbilimci Reginald Engelbach'ın yaptığı deneyler, bir insanın bazalt bir keski kullanarak ham dikilitaşın üzerinden, yarım metre eninde ve beş milimetre kalınlığında bir parça yontmak için bir saat çalışması gerektiğini ortaya koymuştur.

Dikilitaşlar'ın çoğunun boyutları ve ağırlığı, son aşamanın -taşı dengeli, dikey duruma yerleştirmenin- en tehlikeli riskini oluşturan sorunuydu. Ama dikilen taşlar gösteriyordu ki, bütün risklere rağmen, ortaya konan da, Mısırlıların azimli ve tehlikeli teknolojik ustalıklarının başarısıydı. Mısırbilimciler'in ve mühendislerin, bunun nasıl başarıldığı hakkındaki görüşleri farklıdır.

Mısır'dan kalma kesin bir bilgi yokluğunda ileri sürülen yöntemlerden birine göre, kaldıraçlarla birlikte temele doldurulan taşların çıkarılmasıyla ve son birkaç derecede iplerle çekerek dikilitaş yerine oturtulur. Ancak bu teknik, yalnızca küçük örnekler için uygulanabilir bir yöntemdir. Daha büyük dikilitaşlar için ileri sürülen bir görüş ise dikilitaşın çok dik yapay bir rampadan yukarı çekilmesiyse de, bu yöntem taşın kaidesine kayışını kontrol için, neredeyse imkânsız bir güç kullanımını gerektirir.

Her kaidenin üzerinde dikilitaşın yerine yerleştirilmeden tam olarak ayar edilebilmesi için bir döndürme oyuğu yontulmuştur. Dikilen dikilitaşların tepeleri, eklenen elektrum denen altın-gümüş karışımıyla pırıl pırıl parlardı.

Engelbach, dikilitaşın huni biçimli ve kum dolu bir çukura kaydırıldığı fikrini ileri sürmüştür. Kum çukurdan kontrollü bir biçimde boşaltılınca, dikilitaş dikey durumuna getirilecekti. Bu kuram yukarıda sözü edilen 19. Hanedan'dan kalma I. Anastasi Papirüsü'nden esinlenmiştir. Papirüste bu durum, bir öğrenci kâtibin çözümleyeceği bir problem olarak sorulmuştur. Bu belgede şu emir de vardır: "Kızıl Dağ'dan getirilen efendinin anıtının altındaki nehir kumuyla doldurulmuş 100 bölmeyi boşalt..."




Assuan'daki tamamlanmamış dikilitaş 18. Hanedan'dan kalmış olmalıdır. Ciddi bir doğal kusur bulunmamış olsaydı, bu taş, dikilebilmiş en büyük dikilitaş olacaktı.


DİKİLİTAŞLARLA DENEYLER


1999'da arkeologlar ve mühendislerden oluşan bir ekip, 25 tonluk yeni yontulmuş bir dikilitaşla iki farklı yöntem kullanarak deneyler yapmışlardır. Assuan'da yapılan birinci deneyde dikilitaşı bir rampanın ucundan aşağı sarkıtmak için karmaşık bir halat ve kereste sistemi kullanılmıştır. Eksen olarak bir kütüğün ve karşı ağırlık olarak bir granit blokunun kullanıldığı deneyde, dikilitaşın sallanımı ekseni rampanın ucuna tehlikeli bir biçimde yaklaştırdığı için deneme sonunda başarısız olmuştur.

Engelbach'ın kum çukuru deneyimi Massachusets'de Boston yakınlarında yapılmış ve başarılı olmuştur. Bu yöntemde bir rampa önüne kumla doldurulan bir bölme yapılmıştı. Dikilitaş rampanın kenarından kaydırılmış, kum yavaş bir biçimde boşaltılarak dikilitaş dikey duruma getirilmiştir.

Dikilitaşların nakliyesi ve dikilmesi, bunların Londra, Paris ve New York'ta başarıyla dikildikleri ve teknolojinin Mısır'dakilerin dönemleriyle karşılaştırılmayacak kadar ileri olduğu 19. ve 20. yüzyılda bile güçlükler çıkarmıştır.

Günümüz dikilitaşlarının en tanınmışı, 1884 yılında Washington D. C.'de inşa edilen George Washington anıtıdır. 169 metre yüksekliğindeki bu dikilitaşın tepesine asansörle çıkılmakta ve oradaki seyir yerinden çevreye bakılabilmektedir.



Assuan'da granit taşocaklarının yakınında çokuluslu bir arkeolog ve mühendis ekibinin yaptığı denemede dikilitaşı yerleştirmek için sallama yönteminin kullanılması.




5000 Yıllık Buzadam

Zaman: İO 3300-3200
Mekân: İtalyan Alpleri

POLİS RAPORU demiş ki:
Alplerde olay: Hauslabjoch'ta bulunan ceset. Ölü adamın kimliği henüz tespit edilemedi. Cesedin yanında bulunan eşyalardan, kazanın on dokuzuncu yüzyılda olmuş olacağı tahmin ediliyor.

19 Eylül 1991'de iki Alman dağcısı modern çağlardaki mükemmel korunmuş ilk en eski insan cesedini buldular. Yer İtalyan Güney Tiroller'inde, Avusturya uluslararası sınırından yalnızca 90 metre berideydi. Alpler'in bu bölümü, adını dar ve uzun Ötztal Vadisi'nden alan Ötztaler Alpleri olarak bilinir.

Ceset günümüzde bir Avusturyalı gazetecinin, vadinin adından yola çıkarak "Ötztal" ve Himalayalar'daki efsanevi dev kar adamını simgeleyen "yeti" sözcüklerinden türettiği "Ötzi" adıyla anılmaktadır. Ancak çoğu kimse ondan, yalnızca "Buzadam" olarak da söz eder.

Bu keşfin ıssızlığı Buzadam'ın sonunun nasıl geldiği konusunda pek çok varsayımın ortaya atılmasına neden olmuştur. Bilimsel analizler adamın kişisel sağlığı, yanında taşıdıkları ve cesedinin yakınlarında bulunan malzemeleri hakkında pek çok ayrıntı sağlamıştır. Buzadamın kimliğini gösteren ve arkeologların, Alpler'in o yüksek noktasında ne aradığı konusunda varsayımlar ileri sürmelerini sağlayan bu malzemelerdir.




1991 Eylül'ünde hâlâ kısmen buzlar içinde sıkışmış olan Buzadam. Gövdesinin üst kısmı buzdan kurtarılmış. Ceset İnnsbruck'taki Adli Tıp Enstitüsü'ne kaldırıldıktan sonra yaşı ve önemi anlaşılmıştır.


BEDEN, GİYSİLER VE MALZEMELER


Cesedin 25 ile 45 yaşlarında bir adama ait olduğu anlaşılmıştır. Çok iyi korunmuş olması, hücrelerin moleküler yapısının da günümüze kalmasını sağlamıştır. Bu olağanüstü korunmanın nedeni Buzadam'ı ölümüne götüren ve ölümden sonra da devam eden bir dizi olaydır. Adamın erken bir sonbahar tipisine tutulduktan sonra öldüğü tahmin edilmektedir.

Üzerini örten ince kar tabakası, ceset sonbahar rüzgârlarıyla kururken böcek larvalarının saldırısını önlemiştir. Kısacası burada yalnızca doğal bir "dondurarak kurutma" olayı yaşanmıştır. Yoğun karlı bir kış başladığında cesedin durumu artık büyük ölçüde sabitleşmişti.

Daha güvenilir olması için dört ayrı laboratuvarda yapılan hücrelerin radyokarbon testlerinde, bu olayların İÖ 3300 ve 3200 yılları arasında yeraldığı tespit edilmiştir. Ceset 1991 Temmuz'unda rüzgârın sahradan taşıdığı tozların da hızlandırmasıyla başlayan kar erimesine kadar 5000 yıl orada gömülü kalmış olmalıdır.

Buzadamın korunması böylece esrarengiz olmaktan çok şaşırtıcıdır ve yanında taşıdığı eşya gerçekten ortaya pek çok sorunun çıkmasına neden olmuştur. Buz oyuğunun içinde yatan cesedin çevresinde, sapı porsuk ağacından bir bakır balta, tamamlanmamış bir yay, karaçam tahtası ve hayvan derisinden yapılma bir sırt çantası, bir çakmaktaşı bıçak ve kını, iki çakmaktaşı uçlu oku ve on iki tamamlanmamış oklu geyik derisinden bir sadak ve kemerine asılı buzağı derisinden bir kese vardı.




Ötztal cesedi ve malzemelerinden bazıları. Tahta sapına bağlı bakır balta cesedin yakınlarında bulunmuş ve yaşı hakkında ilk belirtileri sağlamıştı.

Bunların yanı sıra, giysilerinin parçaları da günümüze kalmıştı: Hayvan postundan bacak sargıları, pançoyu andıran bir dış giysi, içlerine sıcak tutması için ot doldurulmuş deri ayakkabılar ve bir yer örtüsü ya da battaniye olabilecek otlardan bir pelerin.

Sıcak tutan ve günümüzün sugeçirmez malzemelerinin yokluğuna rağmen, bu giysiler de, en azından kış ayları dışında sert Alp iklimi için yeterli görünüyordu. Ama aynı şey Buzadam'ın taşıdığı malzemeler için söylenemez. Yayının ve oklarının çoğunun bir avlanma ya da saldırıya karşı koyma için tamamlanmamış olması, Ötzi'nin bu yolculuk için iyi hazırlanmış olmadığını göstermektedir.

Ayrıca, adam çok sağlıklı da değildi. Tırnaklarından birinin analizinden, ölmeden önceki altı ay içinde en az üç kere ciddi bir hastalık geçirdiği anlaşılmıştı (tırnaklarının büyümesi kesintiye uğramıştı). Adamın sırtının altında, sol bacağında ve sağ diz ve ayak bileğinde dövmeler vardı.

Bunlar süs olabilirse de, Buzadam'da kireçlenme olduğu anlaşıldığına göre dövmelerin tedavi edici bir işlevleri de olmuş olabilir. Adamın bağırsak muhteviyatının analizi, Buzadam'da kronik ishale neden olabilecek bir bağırsak iltihabı olduğunu da göstermiştir. Ancak en ciddisi, kaburgalarının sekizinin çok uzun olmayan bir süre önce kırıldığının da saptanmış olmasıydı.

Kemikler kaynamaya başlamıştı bile. Bu da Buzadam;ın bir şiddet olayına karışıp köyünden kaçtığı ve henüz tamamlanmamış malzemesiyle Alpler'den geçerken erken bir kış fırtınasına tutulduğu varsayımlarının ortaya atılmasına neden olmuştur.




(Solda) Buzadamın malzemeleri ve peleriniyle canlandırılmış hali. Sazdan ya da ottan yapılma pelerinler 18. yüzyılda Avrupa'nın bazı yerlerinde hâlâ giyilmekteydi. (Sağda) Tamamlanmamış yay ve oklar. Buzadam eğer avlanmaya niyet etmişse hiç de İyi hazırlanmış değildi.


ÇOBAN MI, ŞAMAN MI?


Buzadam hakkında başka yorumlar da mümkündür. Bunlardan biri de adamın bir çoban olmasıdır. Gövdesindeki yosunlarda yapılan incelemeler, bunların Alpler'in güneyinden geldiği göstermektedir ki, bundan da adamın, öldüğü yerin yalnızca 20 kilometre güneyinde olan Vinschgau'lu olduğu sonucu çıkarılabilir.

Pollen, adamın sonbahar başlarında öldüğünü ileri sürmüştür: Bu takdirde sürüsünü yaylalarda otlatan sağlıksız bir çoban olduğu da düşünülebilir. Buzadam, bulunduğu sığ oyuğa şiddetli ama erken bir fırtınadan korunmak için sığınmış ve orada donup ölmüş de olabilir.

Ancak herkes böylesine yavan bir açıklamayla yetinecek değildi. Bazıları Buzadam'ın bir şaman ya da bir ritüel uzmanı olduğunu iddia etmiştir. Tamamlanmamış avcılık malzemesi, dövmeler, beyaz mermerden delikli ve deri püsküllü bir boncuk bu iddiayı desteklemek için kullanılmıştır. Bilindiği gibi şamanlar genelde ıssız yerlerde ruh dünyasıyla ilişki kurarlar ve bu da onun yüksek dağlara çıkışını açıklayabilir.




Uluslararası bir uzmanlar ekibi, Buzadam'ın yaşını, sağlık durumunu ve ölüm nedenlerini ayrıntılı bir incelemeyle araştırmışlardır.

Etnografik örnekler parlak ya da cilalı taşların özel bir önem ya da güç taşıdığına inanıldığını göstermektedir. Buzadam'ın samanlığı konusundaki kanıtların pek fazla olduğu söylenemezse de, bu da kolay kolay gözardı edilmeyecek bir olasılıktır.

Cesedin böyle korunmuş bir biçimde bulunması, onu başka şeylerle kıyaslama olanağı vermemektedir. Daha fazla kanıt olsaydı Buzadam'a, ritüel ya da dini bir statü vermeye bu kadar istekli olmazdık. Malzemesinin garipliğine rağmen onu hayattaki konumuna göre değil, İÖ 4. binyıl sonlarında Alpler'in yükseklerinde yaşayan bir toplumun kaderi ve cesediyle önem kazanan tipik bir üyesi olarak değerlendirirdik.



Cilalı mermer bilya ve bağlı püsküller, Buzadam'ın bir şaman olduğu iddiasına yol açmıştır.





Büyük Hayvanların Yokolması

Zaman: Buzul Çağı'nın sonu
Mekân: Amerika, Avrasya, Avustralya


PAUL MARTIN demiş ki:
.. avcılar ülkenin zenginliğinin çoğunu silip süpüren kanlı bir dalga gibi Amerikalar boyunca aktılar.
Günümüz insanları olarak bizler, son Buzul Çağı'nın sonundaki, daha yalnızca 13.000 yıl önceki atalarımızın dünyasına kıyasla korkunç derecede yoksullaşmış bir dünyada yaşamaktayız. Afrika, Avrupa, Asya ya da Amerika'da yaşayan o avcı-toplayıcı insanlar çok büyük boyutlu vahşi hayvanları -megafauna- görebiliyorlardı. Bugün bu tür hayvanlar yalnızca Afrika'da kalmıştır: Fil, zürafa, suaygırı ve gergedan.

Buzul Çağı avcıları Avrupa'da, Kuzey Asya'da ve Kuzey Amerika'da mamutları görmüşler ve belki de onları başarıyla avlamışlardı. Avrupa hayvanları arasında dev geyikler, tüylü gergedanlar ve mağara ayıları vardı. Amerika kıtasında ise doğal ayıklamanın ancak milyonlarca yılda ürettiği ve evrim zamanı açısından bir gün denilebilecek bir süre içinde tümüyle ortadan silinen pek çok hayvan türü yaşamaktaydı.

Örneğin Kuzey Amerika'da yalnızca iki tip mamut değil, bir dizi dev tembel hayvan vardı: Boyları altı metreye ve ağırlıkları üç tona ulaşan bu hayvanlar ağır hareket ederlerdi ve otoburdular. Bunlar, hayat alanlarını kastoridlerle (ayı boyundaki dev kunduzlar), gliptodonlarla (dev zırhlı armadillolar), kameloplarla ("Dünün develeri" ) olarak anılan hayvanlar) ve yirmi santim dişleri olan smilodon gibi hayvanlarla paylaşırlardı. O çağlarda, Avustralya'da da gergedana benzeyen keseli hayvanlar ve dev kedilerle birlikte çok sayıda kanguru çeşidi ve vombatlar yaşardı.

Bu büyük hayvanların son Buzul Çağı'nın sonunda bütün kıtalardan ani yokolmaları, geçmişi araştıranların karşılaştıkları en büyük muammalardan biridir. Bu türden soy tükenmelerinden büyük ölçüde bir tek Afrika kıtası kurtulmuştur ve bunun neden böyle olduğu, sorunu daha da karmaşık bir hale getirmektedir.

Belli başlı iki kuram vardır: Ya hayvanlar Buzul Çağı'nın sonundaki büyük iklim değişiklikleri nedeniyle yeryüzünden silinmişlerdir ya da her kıtada bulunan bir öldürücü ve yırtıcı yaratık, yani Homo sapiens, bütün bunların sonlarını getirmiştir.



(Solda) 15.000 yıl önce Güneybatı Birleşik Devletler'deki Colorado Platosu'nda yaşayan Columbia mamutları. (Sağda) Dima adı verilen bu 40.000 yıllık yavru mamut kalıntısı 1977'de Sibirya'da bulunmuştur.


MAMUTLARIN YERYÜZÜNDEN SİLİNİŞİ



Tartışma daha çok bu soyu tükenen hayvanlardan biri olan mamutlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Aslında iki mamut soyu tükenmiştir: Kuzey Avrasya ile Kuzey Amerika'da yaşayan tüylü mamut (Mammuthus prmigenius) ve yalnızca Kuzey Amerika'dan Meksika'ya kadar olan bölgede yaşayan Columbia mamutu (Mammuthus Columbi).

Diğer megafauna türleri gibi mamutlar da 13.000 ile 11.500 yıl önce tükenmişler, yalnızca tüylü mamutlar Kuzey Buz Denizi Okyanusu'nda Wrangel Adası'nda 6000 yıl daha yaşamıştır. Buradaki mamutların neden hayatta kaldıkları, mamutların tükenmesinin esrarını daha da arttırmaktadır. Bu hayvanlar, iri bir mamutun 3 ile 3,6 metre yüksekliğine karşılık yalnızca 1,8 metre boylarıyla varlıklarını cüce olarak sürdürmüşlerdir.





(Solda) Güney-Orta Fransa'da Pech-Merle mağarasındaki hayvan resimleri arasında en çok, Paleolitik Dönem'in tüylü mamutlarına rastlanır. (Sağda) 1932'de Colorado'da Dent'te yapılan kazıda, Kuzey Amerika'da mamut kalıntılarıyla sivri mızrak uçları ilişkilendirilmiştir.


İKLİM VARSAYIMI



Wrangel Adası'ndaki mamutlar, adanın bitki örtüsü, -çok çeşitli otlar ve bitkiler- Buzul Çağı'nda olduğu gibi kaldığından yaşamlarını sürdürmüş olabilirler. "Mamut bozkırı" olarak bilinen bu bitki örtüsü, bir zamanlar Kuzey Avrasya'yı ve Kuzey Amerika'yı kaplamışsa da, 20.000 yıl önce iklimin giderek ısınması ve daha nemli olması nedeniyle yerini yeni bir bitki örtüsüne bırakmıştır.

Kuzey bölgelerinin çoğunda, bozkırın yerine çok ağır yetişen ve besin değeri çok az olan tundra geçmiştir. Bu da yalnızca, yosun yiyen ren geyikleri gibi çok özel besinleri olan hayvanlar için uygundu. Daha güneyde mamutların besin kaynağı olan zengin ot, çalılık ve bitki karışımı yerini sık ormanlara, çayırlıklara ve yarı-çöllere bırakmıştı.

Artan sıcaklık ve nem nedeniyle bitki örtüsündeki bu değişiklikler, mamutların hayat ortamlarında kayıplara neden olmuş, sonuçta besin kaynaklarının azalması nedeniyle sayıları azalmış ve daha sonra da tümüyle tükenmişlerdir.

Bu iklim/bitki örtüsü değişimi varsayımı, mamutların tükenmesi konusunda pek inandırıcı gibi gelse de bazı güçlüklerle karşılaşmıştır. Bunlardan en önemlisi mamutların daha önce de, 20.000 ile 11.600 yıl önce oluşmuş olan benzer iklim değişikliklerinden çoğuna dayanmış olmalarıdır.

Son Buzul Çağı, son bir milyon yıl içinde meydana gelenlerden yalnızca biriydi. Bu çağlar arasında günümüz iklimine çok benzeyen sıcak ve nemli iklimler olmuştu. Ancak mamutlar bunların hepsine dayanmışlar, büyük bir olasılıkla mamut bozkırına benzer yerlere sığınmışlar, sonra iklim ve bitki örtüsü kendi koşullarına uyum sağladığında tekrar ortaya çıkmışlardır. Son Buzul Çağı'nın sonunda da aynı şeyi yapmamış olmaları için bir neden yoktur.

İklimsel soy tükenmesi kuramının bir sorunu da, mamutların, soyu tükenen tek tür olmamasıdır. Başka farklı ortamlarda yaşayan ve beslendikleri yiyeceklerde bir artış bile görülen pek çok tür de onlarla birlikte tükenmiştir.

Mamutlar, zooloji sınıflamasına göre, Elephantidae familyasından, soyu tükenmiş olan Mammuthus cinsini oluşturan, file benzer iri memeli hayvanlara verilen ortak addır. Fosillerine, Avustralya ve Güney Amerika dışındaki bütün kıtaların, Pleyistosen Bölüm (yaklaşık 2,5 milyon-10 bin yıl önce) çökellerinde rahatlıkla rastlanır.





Hayatta kalan büyük hayvan türlerinin yüzdesi.



Bugün Amerikan Doğa Tarihi müzesinde bulunan iyi korunmuş Jefferson mamutu iskeleti.


İNSANLARIN AŞIRI AVLANMASI



Bu sorunlar bazı bilimadamlarının mamutların ve diğer büyük hayvanların, insanlar tarafından avlanarak soylarının tükendiği fikrini benimsemelerine yol açmıştır. Bu kuramı 30 yıl önce Arizona Üniversitesi'nden Paul Martin ileri atmıştır ve bazı bilimadamları için hâlâ inandırıcı olmaya devam etmektedir.

Martin, daha çok Kuzey Amerika'yla ilgileniyordu ve insanların bu kıtaya gelmeleri ile büyük hayvanların tükenmeleri arasındaki rastlantıyı vurguluyordu. Ona göre yeni gelenler, şimdi Bering Boğazı çevresinde sular altında kalmış olan kara parçası Beringia'dan Alaska'ya girdikten sonra, giderek kıtanın güneyine yayılırken, yoğun avlanmalarla büyük hayvanların da soylarım tüketmişlerdir.

Bu insanlar, ilk tanımlandıkları yerin adıyla Clovis kültürü olarak anılırlar ve öldürücü av teknolojisinin bir parçası olan sivri taş mızrak uçlarına sahiptiler. Bu kültür, Kuzey Amerika kıtasının tümünde bulunur ve 13.500 ile 13.350 yıl önce gelişmiştir. "Dünün devesi", yer ayıları ve mamutlar, daha önce böyle bir yırtıcı yaratıkla karşılaşmamışlardı: Bunlar hem öldürücü silahlara sahiptiler hem başa çıkamayacakları kadar büyük gruplar halinde avlanıyorlar hem de tuzak ve pusu kuruyorlardı.

Afrika'da büyük memeliler yırtıcı hayvanlar olarak insanlarla birlikte evrim geçirmişlerdi ve insanların avlanmalarına korunma olarak belirli toplumsal modeller geliştirmiş olabilirlerdi ama Kuzey Amerika'da böyle bir şey söz konusu değildi. Bu durum Afrika'da pek az hayvanın soyunun tükenmiş olmasını açıklayabilirdi.

Mamutların Clovis insanları tarafından avlandığını gösteren arkeolojik kanıtlar da vardır. Pek çok arkeolojik kazı yerinde mamut kemikleri yanında mızrak uçlarına da rastlanılmıştır. Mamutlarla avcı insanlar arasındaki ilişki ilk olarak 1932'de Colorado'daki Dent kazılarında keşfedilmişti.

Örneğin, Arizona'da, San Pedro Vadisi'nde Lehner Ranch'de 13 mamutun kalıntıları yanında ateş izlerine ve mızrak uçlarına rastlanılmıştı. Bunun bir aile sürüsü olduğu ve bir su başında tümüyle öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Ancak aşırı öldürme kuramı da bazı ciddi sorunlarla karşılaşmaktadır. Mamutların öldürülme alanlarını bulmamıza rağmen, diğer büyük hayvanların, birkaç istisna dışında avlandıklarını gösteren izlere rastlanılmamıştır.

Örneğin mağaralarda bulunan dışkılarından bir zamanlar sayılarının çok olduğu anlaşılan ve yavaş hareket etmeleriyle kolay av olabilecek olan yer ayıları. Clovis insanları hakkındaki bilgimiz arttıkça, bunların daha küçük hayvanları avladıklarını ve bitki topladıklarını anlamaktayız.

Clovis insanlarının Kuzey ve Güney Amerika'da yaşayan ilk insanlar olmadıkları da artık ortaya çıkmaktadır. Güney Şili'de Monte Verde'de bulunan, 14.000 yıl öncesinden kalan bir yerleşim yeri hayvanların türlerinin yokolmasından birkaç bin yıl önce Kuzey ve Güney Amerika'da insanlar olduğunu gösterir. Yeni avcı olarak insanın gelişi hakkında benzer bir iddianın ileri sürülebileceği Avustralya'da da, soyu tükenmiş hayvan kemikleri ile insan faaliyetleri arasında bir ilişki bulunamamıştır.

iklim değişikliği mi, insanların avlaması mı? Büyük av hayvanlarının yok olmalarının nedeninin bunlardan hangisi olduğu konusunda bilimadamları bölünmüş durumdadırlar. Bazıları çok farklı bir açıklama ortaya atmışlardır: Dünyaya insanlar tarafından yayılan ama yalnızca büyük hayvanları etkileyen öldürücü bir hastalık.

Ancak bir tek açıklama olmayabilir: Bazı türler yoğun avlanarak, diğerleri ise yaşama ortamlarını kaybedip yeni iklimle başa çıkamayarak tükenmiş olabilirler. Herhangi bir bölgede türlerin tümünün dinamik ekolojik topluluklar olduklarını unutmamalıyız. Bir tür ortadan kalkınca, avlananlarla avlar arasındaki denge değişecekti ve bu da nüfus patlamalarına ve çatışmalara yol açacaktı.

Gerçekten de mamutlar kilit türler olarak tanımlanmışlardır. Ancak ne iklim değişikliği ne de aşırı avlanma kendi başlarına yeterli neden olmayacağından hayvan toplulukları üzerinde böylesine büyük etkiyi bunların toplamının yapmış olması gerekir.

Buzul çağı sona erdiğinde mamutlar Amerika'nın güneybatısında, özellikle Clovis dönemindeki kuraklık sırasında ve ondan hemen sonraki, küresel ısınmadan önceki Genç Dryas (12600-11500 yıl önce) dönemindeki çok soğuk ve çok kuru dönemde ağır bir etki altında kalmış olmalılardır.

Bu dönemlerde nisbeten zayıf hayvanlar (günümüz Afrika fillerinin kuraklık zamanlarında yaptıkları gibi) su kaynakları başında toplanmışlar ve Clovis avcıları için kolay yem olmuşlardır. Birkaç hayvanın öldürülmesi bile, daha uygun iklim koşulları döndüğünde eski sayılarına kavuşacak olan türlerle soyları tükenmeye mahkûm olanlar arasındaki ayrımı belirleyecekti.



Büyük av hayvanlarının neden yok olduğunu açıklamaya kalkan kuramlar, bunun Afrika dışında diğer bütün kıtalarda yer almış olmasını açıklamalıdır.



Dil Nasıl Gelişti?

Zaman: 0,5-1 milyon yıl önce
Mekân: Afrika


STEPHEN PINKER demiş ki:
Dil kültürel bir yapı değildir... o beyinlerimizin biyolojik yapısının belirli bir parçasıdır.
Birbirimizle konuşmak, bizim yapabileceğimiz en basit ve en karmaşık şeylerden biridir. Konuşmak bir zahmet gerektirmez, üstelik keyif verir. İnsan olmanın ve toplumun katılımcı bir üyesi olmanın bir parçasıdır. Biz bir tür olarak en derin duygularımızı, bilgi ve anlayışta ilerlememizi ve çoğunlukla da, günlük yaşantımızın önemsiz şeylerini iletmek için dili kullanırız.

İletişim kurduğumuzda evrimin en şaşırtıcı ürünlerinden birini -dili-kullanmaktayız. Çıkardığımız seslerin pek çoğu genelde benzersizdir. Her biri sahip olduğumuzun farkına bile varmadığımız gayet karmaşık gramer kurallarına uygundur ve toplumun sıradan bir üyesinin emrindeki 60 bin kelimelik bir dağarcıktan seçilip alınır. Dilsiz bir hayatı hayal bile güçtür ve insanlar konuşamadıkları zaman sözlü kelime kadar karmaşık işaret dilleri kullanırlar.



İnsanın ses kutusu ya da gırtlak, insanlarda şempanzelere oranla boyun anatomisinin daha alt kısmındadır. Bu durum şempazenin çıkarabileceği sesleri kısıtlar. Gırtlağın aşağı kayması dilin gelişmesinde önemli bir gelişme olmuştur.

Evrimle ilgilenen biri için konuşulan belirli bir dil, dili konuşma yeteneği kadar ilginç değildir. Çin'de doğmuş bir çocuğu alıp İngiltere'ye yerleştirirseniz akıcı bir İngilizce konuşan biri olarak yetişecektir. Evde Çince, okulda İngilizce konuşuluyorsa, çocuk iki dilli olacaktır. Bunun nedeni bütün dillerin temelde benzerlikleri olmasıdır. Bebekler, hayatlarının ilk yıllarında karşılaştıkları dilleri öğrenmek için programlanmış beyinlerle doğarlar. Çocuk ikinci yılında günde en az on sözcük öğreniyor ve bunları, karmaşıklığı ve içeriğiyle anababasını çoğunlukla şaşırtacak cümleler içinde birleştiriyordur.

Hayvansal iletişimin başka hiçbir sisteminin, insan dili ile uzaktan yakından bir benzerliği yoktur. Kuş cıvıltısı, maymun bağırmaları ve karınca pheromone'ları çok gelişmiştir ama hiçbirinin gelecekteki ya da geçmişteki olaylara, o anın dışında olup bitenlere ya da belki yalnızca hayalde olanlara gönderme yapma olasılığı yoktur. Yaşayan en yakın akrabalarımız olan şempanzeler bile ses ve jestlerle iletişim kurarlar ve laboratuvardaki sembolleri kullanmayı öğrenebilirler.

Bilimadamları yıllardır şempanzelerde insansı bir dil parıltısı görmek için uğraşmışlardır ve bunlardan çoğu da, böyle bir şeyin olmadığı sonucuna varmıştır. Şempanzelerin birkaç yüz "sözcük" ten fazlasını öğrenemedikleri ve kendi çıkardıkları seslerin "gramer" karmaşıklığının sözcüklerin çok basit bir sıralanmasından ileri gidemediği anlaşılmıştır.

Beş milyon yıl önce Doğu Afrika ormanlarında yaşayan insan atalarımızın da şempanzeler kadar "dil" yetenekleri olduğu tahmin edilmektedir ki, bu da konuşma dilleri olmaması demektir. Birbirleriyle sesle ve işaretlerle iletişim kuruyor olmalılardı. Buradan insan diline geçiş, herhalde çok ağır olmuş ve bir tek "dil-benzeri" geçiş adımından çok, 130 bin yıl önce türümüz Homo sapiens'in ortaya çıkışıyla tam karmaşık modern bir dille sonuçlanan küçük adımlarla gerçekleşmiştir.



(Solda) İsrail'in Kebara Mağarası'ndaki bir mezarlıkta, 1963'teiyi korunmuş bir Neanderthal iskeleti bulunmuştu. (Sağda) Sue Savage-Rumbaugh ve sözlü İngilizce'yi epey anlayan Panbanisha adlı bir bonobo.


DİLİN ÖN KOŞULLARI



Dilin evrimi, sesleri anlamak ve çıkarmak için gerekli sinir sürecini üstlenebilecek kadar büyük bir beyne sahip olmaya bağlıydı. Ancak ne kadar büyük bir beyin gerektiği pek kesin değildir. Örneğin, şempanzelerin ve australopithecus'ların 450 çelik beyni yetersiz görünmektedir, ancak 1,5 milyon yıl öncesinin Homo ergaster'i 900 cc'lik beyniyle yeterli beyin gücüne sahip görünmektedir. Sinir bağlantıları o sırada henüz gelişmemiş olabilirse de. Homo ergaster, dilin evrimi için iki diğer ön koşula daha sahipti: İki ayak üzerinde duruyordu ve et yiyordu.

İki ayak üzerinde yürümek ve koşmak, bu tür hareketleri idare etmek için yüksek derecede denetimli bir soluma sistemi gerektiriyordu. Bu, konuşulan dilin özelliği olan, çok sayıda farklı ses üretmek için de gerekliydi. Ataları gibi çok miktarda tohum, sap ve kök yemek yerine et yiyen Homo ergaster'in dişleri de küçüktü. Bu da dile, dudaklara ve yanaklara daha çok esneklik verdiği için çok geniş bir ses yelpazesi imkânı sağlamaktaydı.

Homo ergaster'in büyük beyni, iki ayaklılığı ve küçük dişleri, dil ile ilgisiz nedenlerle evrim geçirmiş olmalıdır. Ancak bütün bunlar olana kadar dil evrimi gerçekleşemezdi: Bunlar evrimin gerekli ön koşullarıydı. Sesli ve jestli iletişim bir kere yerleştikten sonra, giderek sıklıkta ve karmaşıklıkta artarak daha geniş bir sözlük ve daha gelişmiş bir gramer oluşmuş olmalıdır. Avların yerini ya da alet yapımını daha etkili olarak iletebilen bireylerin ve diğerlerinin seslerini daha iyi anlayanların avantajlı oldukları tahmin edilebilir. Ancak ilk dil, duygu iletmekte ve özellikle toplumsal ilişkiler kurmakta da kullanılmış olmalıdır.

Günümüz antropologlarının bazıları, konuşmanın kökeninin dedikodu olduğuna inanır: Dil, giderek genişleyen grupların kopmalarını önleyen "tutkal" olmuştur. Bazıları dilin, bireyin zekâsıyla gösteriş yapma yolu olduğunu düşünmektedirler: Tıpkı tavuskuşlarının dişilerine parlak tüylerini göstermeleri gibi, eski erkek ve kadınlar da karşı cinse gösteriş yapmak için giderek artan ve bir dereceye kadar gereksiz sözcükler kullanmayı benimsemiş olabilirler. Dilin ana işlevlerinden biri, başkalarının zihinlerini insanın kendisi gibi düşünmeye yöneltmek olduğundan hitabet yetenekleri önemli olmalıydı.





(Solda) Daha önceki insan akrabalarına kıyasla küçülmüş azı dişleriyle Homo ergoster'in alt çenesi. Dişlerdeki bu değişiklik diyetle ilişkiliydi ve bunun bir yan ürünü de çeşitli sesler çıkarabilmek olmuştur. (Sağda) Bu, boğazımızda bulunan ve ses sistemimize ilişkin yumuşak dokuların bağlı olduğu ilk dil kemiğidir.


DİLİN EVRİMİ


Dil için bu ayıklayıcı baskıların insan evriminin hangi aşamasında en önemli olduğu konusu da belirsizdir. İnsan anatomisinin sözlü dil yeteneğini yansıtan temel unsurları ne yazık ki yumuşak dokular ya da beyindeki sinir devreleri olup, bunlar arkeolojik bir iz bırakmazlar. Bu nedenle insan sesini şempanzeninkinden ayırt etmek için gırtlağın ne zaman boyuna indiği ya da insanın hızlı konuşma seslerini ne zaman algılayıp bunları işitilebilir farklı sözcükler halinde ayırabildiği bilinmemektedir.

İnsan beyninin 600 ile 200 bin yıl arasında büyümesi ve 1200-1500 cc boyutlarına erişmesi, beyinde konuşma için yeni devreler yaratmış olabilir. Ancak dilin evrimi diğer idrak yeteneklerinden ayrı olarak gelişmiş olamaz, bilinç ve yaratıcı zekâ gibi şeyler, birbiri üstüne eklenmiş olmalıdır. Ne de olsa insan, aklındakinin ne olduğunu bilmediği takdirde düşündüklerini söylemesinin bir anlamı olmayacaktır.

90 bin yıl öncesinin kemik zıpkınları ve Güney Afrika mağaralarının 120 bin yıl önceki aşı boyaları kanıtlarının ışığında, ilk Homo sapiens'm konuşma dili olduğu kuşkusuzdur: İnsanların neyi neden yaptıkları hakkında konuşmadan, vücutlarını boyamaları ve karmaşık aletler yapmaları düşünülemez. Ancak diğer insan soyları da bazı konuşma yetenekleri geliştirmiş olmalılardır.

Neanderthaller'in anatomik kanıtları onların, gelişmiş dil kullanıcıları olduğunu akla getirmektedir. İsrail'de Kebara Mağarası'nda bulunmuş (yaklaşık 63 bin yıl öncesine ait) bir dil kemiği, bizimkinden pek büyük bir farkı olmayan bir ses sitemini göstermektedir. Ancak Neanderthaller'in çağdaş insanlar kadar geniş bir sözlük ve karmaşık bir gramer geliştirip geliştirmedikleri tartışmalıdır.

Böylece dilin evrimi uzun ve yavaş bir süreç olmuştur. Nihai kökleri bugün maymunlar tarafından kullanılan iletişim sistemlerinde yatmaktadır. Yerleşmek için ön koşullara, birbirleriyle ilişkisi olmayan talihli oluşumlara ve sonra da üremede avantajlı olmak için hem ses çıkaran hem de anlayan bireyler için ayıklamacı baskıların olmasına gerek vardı. Bu baskılar herhalde büyük toplumsal gruplar içinde yaşamayla, yiyecek bulma ve elde etme sorunlarıyla ve alet yapımı hakkında iletişim kurmayla ilişkiliydi. İyi bir tahminle en az 250 bin yıl öncesinin büyük beyinli insanlarının, gelişmiş avcı-toplayıcı olmasının yanı sıra ateşli birer dedikoducu olduğu da söylenebilir.


EFSANELER...



Eskiden, dilin tanrısal bir kökeni olduğuna inanılır ve dilin "Allah"ın insana verdiği nimetlerden" biri olduğu varsaydırdı. Tevrat'ta Âdem, Allah'ın yardımıyla yaratıkları adlandırmıştı. Hindulara göre dili Tanrı İndra, İskandinav mitolojisine göre ise rünik alfabeyi bulan Tanrı Odin yaratmıştır.

Tevrat'ta, başlangıçta bütün dünyanın "dilinin bir, sözünün bir" olduğu belirtilir. Ama insanlar gökyüzüne ulaşacak bir kule (Babil Kulesi) yapmaya kalkışınca Tanrı onların dillerini böler ve böylece ortaya, birbirlerini anlamalarını önleyen çok sayıda dil çıkar. Arap inançlarında da, yazıyı ve dili Âdem'e veren Tanrı'dır.



Megalitlerin Anlamı

Zaman: İÖ yaklaşık 5000 yılından sonra
Mekân: Avrupa


RAHİP GROVER demiş ki:
Bayım, bu büyük kalıntıların haşmet ve yöntemine mi, yoksa özgün yapıları ya da kullanımlarına ait bir tek iz ve söylence olmadan burada olmalarındaki kaderlerinin garipliğine mi hayran kalayım, bilemiyorum.

Rahip Grover'in bu düşünceleri megalitlerin yüzyıllardır insanlar için taşıdığı çekiciliği ifade etmektedir. Geçmişten kalan bu megalitler, çok etkileyici ve harikulade yerlerdir ama onlar hakkındaki bilgilerimiz açısından da bir o kadar esrarengiz ve gariptirler. Yunanca "büyük" ve "taş" kelimelerinden üretilmiş "megalit", yalnızca "büyük taş" demektir ve megalitik bir yapı da Stonehenge gibi büyük taşlardan oluşturulan bir yapıdır.

Bu nedenle megalitler herhangi bir bölgede ve herhangi bir dönemde inşaat için kullanılabilirler. Megalitlerin yakın yüzyıllara kadar kullanıldığı Hindistan'daki Khasia tepeleri ya da Etiyopya ve Madagaskar gibi hâlâ bir anlayış sahibi olunabilecek kadar yakın zamanlarda kullanıldığı yerler özellikle ilgi çekmektedir.

Megalitler konusunda bilgili olan yerli Malagasy halkından bir Madagaskarlı, yakınlarda Stonehenge'i ziyaret ettiğinde bunların amaçlarım gayet anlaşılır bir biçimde anlatmıştır: Burada önemli olan taşların ataların yerine geçtiğidir ki, bu çağdaş anlatım eski anlamının aslı ya da paraleli olabilir.

Megalitler inşaatlarda taş gibi değil de, büyük kütükler gibi kullanılır. ("Cyclopean" adı verilen dev bir duvar işçiliği türünde, büyük taşlar standart duvarcılık teknikleriyle kullanılır.) Bu tür inşaatlarda taşın yanında kütüklerin de kullanıldığını gösteren ve pek seyrek olarak günümüze kadar kalmış örneklerin dolaylı kanıtları da bulunmaktadır.

Bazı İngiliz mekânlarında taş yerine kereste kullanılmıştır. Başka formlarla olan benzerlikler, kereste ve toprak ve megalitik düzenlemelerin birbiri yerine geçebildiğini, herbirinin kendi inşaat malzemesine uygun kullanıldığını göstermektedir.



Güney Brötanya'da Carnac'ta megalitler uzun sıralar halindedir.


ESKİ AVRUPA MEGALİTLERİ



Kayanın uzun ve dar parçalar halinde bölünebildiği durumlarda ayakta duran megalitler, İskoçya'da Lewis adasındaki Callanish'teki gibi uzun ve incedirler.


TAŞ DAİRELER


Dikine yerleştirilmiş taşların, oval ya da yumurta biçimli halkalar oluşturdukları taş dairelerin Britanya adalarında özel bir yeri vardır. Bunların en ünlü örneği Stonehenge'dir. İngiliz taş dairelerinin en büyüğü olan Avebury, 400 metre çapında bir daire oluşturan 100'den fazla taştan yapılmıştır ve bir yanından çifte taşlardan oluşan uzun bir cadde uzanır. Bunlardan ayrı iki taşın 1999'da başka bir uzun caddenin kalıntıları olduğu kanıtlanmıştır.

Bu daireler dikkatle incelenince planlarında gayet hassas geometrik ölçülerin kullanıldığı görülür ve boyutları da çoğunlukla bir uzunluk biriminin katlardır: Bir "megalitik kulaç" ya da bir "megalitik yarda". Ancak geometrinin ya da birimin yapımcıların tarafından bilinçli yapılmış olup olmadığı hakkında bir bilgimiz yoktur. Bunu, eski çağlarda kesin ölçümler araştırmamızda biz de uydurmuş olabiliriz.

Uzun ve kısa taş karışımlarıyla bazı İskoç daireleri ayın ufukta en alçak noktada olduğu dönemlerle ilişkili gibi görünmektedir. Çeşitli yerlerde yapılan ölçümlerde megalitlerin güneşin ya da göksel başka bir büyük cismin hareketleriyle ilişkili olabileceğini göstermiştir.


Tarih öncesi çağın en tanınmış megalitleri eski Avrupa'nınkilerdir. Kimi çok uzun olan tek taşlar vardır: İngiltere'nin en büyüğü olan Rudston megaliti 8,8 metredir. Fransa'nın en büyüğü Le Grand Menhir Brise ("Büyük kırık taş anıt") şimdi yerde dört parça halinde durmaktadır ve 280 ton ağırlığındadır.

Bu taşın, eğer başarıyla dikilmiş olsa boyu 20 metreyi bulacaktı. Brötanya'nın güney kıyılarındaki Menec megalitleri, 1100 metrelik bir alan boyunca uzanan 11 sıra 1099 granit megalitten oluşmuştur. Gene Fransa'da Cornec'teki paralel dizilmiş olanlar ise toplam 1935 adettir.



Modern çağda megalitlerin devler tarafından yapıldığı düşünülmüştü. 17. yüzyıldan kalma bir Hollanda resminde hunebedden'in yapılışı gösteriliyor.


MEGALİTİK ODALAR



Avrupa megalitlerinin diğer bir sık rastlanan türü de daha çok bir binaya benzemektedir. Burada megalitik dikitler, çatıyı oluşturan dev taşlan taşımaktadır. Bunlar hep birlikte uzun dikdörtgen bir oda ya da dar koridorlu bir oda oluşturmaktadırlar. Bu yapı genellikle bir taş ya da toprak höyüğün altındadır ve şimdi açıkta duranlarının çoğunun da zamanında böyle bir höyüğün altında olduğunu tahmin etmekteyiz.

En ünlüleri İrlanda'nın doğusunda Newgrange ve Knowth olan bazılarının taşlarında "megalitik sanat"ın gayet süslü geometrik desenleri vardır. Newgrange öyle düzenlenmiştir ki, odası kış gündönümünde doğan güneş tarafından aydınlanmaktadır.

Stonehenge ise yaz gündönümünde güneşin doğuşu ile aydınlanmak üzere düzenlenmiştir, İrlanda megalit alanlarının en büyüğü olan Knowth'da, geçitleriyle iki ayrı oda, büyük bir yuvarlak höyüğün altındadır, her geçitte ve höyüğün çevresini belirleyen taşların üzerinde süsler vardır. Bu dev yapının çevresinde daha normal boyutlarda megalitik odalardan oluşan daha küçük uydu höyükler vardır.

Halkbilimine göre bu megalitik odalar, çoğunlukla devlerle ilişkilendirilmişti: İrlanda'da bir "Dev Mezarı" ve "Dev Yükü" vardır. Sardunya'dakiler "tomba di giganti"dit (dev mezarı). Hollanda'dakiler için eski Hollanda sözcüğü "hunebed"dir ("Hun yatağı").

Bunlar genellikle mezar oldukları için "o-dalı mezarlar" olarak anılırlar. Ancak kimi zaman içlerinde kemik bulunmaz ya da höyük ile megalitik yapı, içindeki insan kalıntılarının miktarına kıyasla çok büyüktür. Ve kemiklerin de garip bir durumu vardır, iskeletler kafatasları bir yana, uzun kemikler bir yana olmak üzere kemiklere göre ayrılmış olabilirler.

Bunların yanında hayvan kemikleri de olabilir. Bu odalardan en büyüğü, Kuzeybatı Fransa'daki Bagneux'de şimdi yerel bir kahvenin bahçesin-dedir. 20 metre uzunluğu 7 metre eni ve 3 metre yüksekliğiyle büyük bir salon olabilecek bu yapı, benzerlerinin çoğu gibi çok uzun zaman önce keşfedildiğinden, içinde neler bulunduğunu bilemiyoruz.

Hıristiyan geleneğine göre de ölüler, genellikle bir kiliseye gömülür ama kilisenin asıl amacı mezarlık olmak değildir. Kilise bir cemaatin toplanma yeridir. Megalitik "mezarlar"ın günümüze kaldığı yerlerde bunların bir köy ya da çiftlik toplumunun kendi toprağının sınırlarını işaretlemesi gibi aralıklı dikildiklerini görmekteyiz.



İngiliz taş dairelerinin en büyüğü olan Avebury'nin Ortaçağda pek değiştirilmiş karmaşık bir yapısı vardı. Şimdi çevrede büyük daire halinde duran taşlarla iç tarafta gruplar oluşturanlar, 20. yüzyıl arkeologları tarafından mezar çukurlarından çıkarılmıştır.


GİZLİ ANLAMLAR


Avrupa megalitleri çoğunlukla ilk çiftçiler çağı olan Neolitik dönemden, İÖ 5000 yıl ya da daha öncesinden kalmadır. Odaların uzun biçimleri Orta Avrupa'nın ilk kuşak çiftçilerinin kütüklerden yaptıkları uzun evleri hatırlatmaktadır.

Megalitler gibi "ritüel anıtlar", biçim olarak benzersiz ve amaç bakımından muammadır: Çevresinde hendek olmayan daire biçimindeki kapalı alanların askeri ya da savunma açısından bir anlamı yoktur. Bunlara modern Batılı görüşüyle bakarsak, çiftçilerin ormanlık araziyi tarla açmak için temizlediklerini, avcı-toplayıcıların aksine bir yere yerleştiklerini düşünebiliriz.

Bu insanlar Neolitik dönem kazançlarından oluşan boş zamanlarında bir megalit yapmak için enerji ve çaba harcamış olabilirler. Ancak bazı megalitler, Neolitik çağın çok erken dönemine rastlamaktadır. Bunlar ilk güç yıllardan sonra eklenen seçimlik lüksler olamaz. Yine bunlar, gömme gibi işlevsel bir amaçla da tam olarak açıklanamazlar.

Megalitik "mezarlar", cesetlerin kaldırıldıktan sonra unutulmadığına dair işaretler vermektedir. Burada iki aşamalı bir ritüel olduğu anlaşılmaktadır: Ceset önce, belki de Avustralya'da yakın zamanlarda olduğu gibi ahşap bir platformda açıkta bırakılır, sonra da kalan büyük kemikleri -el ve ayak parmaklarının küçük kemikleri, etlerle birlikte kaybolacaktır- megalitik odanın içine yerleştirilirdi.

Kalıntıların da kullanıldığı anlaşılmaktadır. En azından eski "gömme"lerden kalan kemikler bir yana itilmiş, yerlerine yemleri konulmuştur. Artık Neolitik toplumların kendi geçmişleriyle ilgilendiklerini anlayabiliyoruz. Bu topluluklar, ölülerin aktif bir hayatları olduğu, ataların toplumsal kimlik için önemli olduğu toplumlardır. Megalitik odalar eğer mezarsa, bunlar bir anlamda "canlılar" İçin mezarlardır.

Eski mekânların en belirgin ve ilginç yerleri olan megalitlere, günümüzde büyük bir İlgi gösterilmektedir. West Kennet gibi yerlerde Avebury'nin büyük çevre yolları ve caddeleri yakınındaki bir "odalı mezarda" günümüzde tütsü çubukları yakılmakta, odaya çağdaş insanlar tarafından ekmek ve çiçek konulmaktadır.

Bunların çağdaş anlamı şudur: Bu yerler yeryüzünün doğal güçlerinin ve insan saygısının doğru olarak ifade edildiği kutsal mekânlar olarak görülmektedir. Bu yeni fikirler, arkeologlar için eski anlamlan ifade etmekten uzaksa da, bu eski mekânların bir kere daha toplumsal ifade bulan aktif yerler olması çok doğru ve uygundur.



(Solda) İngiltere'de Yorkshire, Rudston'daki bir köy mezarlığındaki monolit. Bugün Hıristiyanlık bağlamında kutsal bir yer olan bu mekânın, tarih öncesinde de kutsal ya da özel bir yer olduğunu düşünebiliriz. (Sağda) Doğu İrlanda'da Boyne Vadisi'ndeki büyük megalitik yapıların önemli bir yönü de sanattı. Knowth'daki bu taşın üzerine ince desenler kazınmış.




Avrupa megalit odalarının bir tipi uzun dik dörtgen biçimini alır: "Galeri mezar". Özgün haliyle bir höyük altında olması gereken bu örnek, Fransa'da Finistere'de Mougou Vihan'dadır.





Stonehenge Nasıl Yapıldı?



Zaman: İÖ yaklaşık 2950-1600
Mekân: Güney İngiltere


EDWARD G. ALDRIDGE demiş ki:
Kayıp bir çağın sessiz görüntülen, Bir tapınağın bu ağırbaşlı taşları Soru sormayan ovada Her çağdaş bilgenin muamması.

Stonehenge'i nasıl yapmışlardı? Buna en kolay verilecek cevap, "çok güç" olacaksa da, gerçek cevap, "düşündüğümüzden çok daha kolay"dır. Stonehenge, ünlü olduğu kadar benzersizdir ve bize ipucu veren de işte bu benzersizliğidir.

İngiltere'deki diğer taş daireler -ki bunlar yüzlercedir ve bazılarının çapları da daha büyüktür- doğal durumlarında bırakılmıştır. Yalnızca Stonehenge'dekiler kenarları düzeltilip dört köşe haline sokulmuşlardır. Dik taşların üzerinde yer alan yatay taşlar ise bir kapı üzerindeki lento gibi sanki kalaslarmışçasına zıvanalarla tutturulmuştur.

Birbirine bitişik taşlar da yine bir ağaç ustası tekniğiyle kanallar ve yuvalarla birleştirilmiştir. Bu gerçekleri ta ilk baştan beri biliyoruz: 11. yüzyıldan kalma en eski Stonehenge kayıtlarında burasının "kapılar gibi" yapıldığından söz edilir.

İngiltere'nin Wittshire iline bağlı Salisbury kentinin 13 km kuzeyinde yer alan Stonehenge hakkındaki bütün yorumlar, özellikle 1950 sonrası yürütülen yöresel kazılara dayanır.



(Solda) Günümüzde Stonehenge. Yıkılmış, kimi taşlar kayıp ve belki de asla planladığı gibi tamamlanmamış. (Sağda) Stonehenge'in klasik görünümü. Kuzeydoğudaki "Heel Taşı"nın üstünden yazgündönümünde güneş doğar.


WOODHENGE VE SEAHENGE


Sonuçta, taştan yapılmasına rağmen Stonehenge ahşaptan yapılmış gibidir. 20. yüzyıl başlarında, Stonehenge'in birkaç kilometre ilerisinde öncü hava fotoğrafçıları otlar arasında Stonehenge'e benzeyen ve aynı biçimde eşmerkezli bir biçimde düzenlenmiş bazı izler görmüşlerdi. Burası de herhalde Stonehenge gibi bir yerdi ama keresteden yapıldığından [stone= taş yerine wood= odun] "Woodhenge" denilmişti. Burasının da Stonehenge gibi yaz gündönümünde güneşin doğuş yönüne dönük bir ekseni vardır.

1998-99'da bu ahşap anıtlar, ahşabın çürüdüğü yerlerde kalan izler olarak değil de, ilk kez sağlam olarak ortaya çıkarıldılar. İngiltere'nin doğusunda Norfolk kıyısının hemen açığındaki çamur tabakası içindeki kütükler dendrokronoloji (ağaç halkalarıyla tarihleme) yöntemiyle incelendiğinde İÖ 2050 yılından kaldıkları anlaşıldı ve bunlara hemen "Seahenge" adı verildi. Ahşap direklerden dairenin ortasında yere dikey olarak yerleştirilmiş bir tek büyük meşe ağacı vardı, îlk başta dal sanılan şeylerin kök oldukları anlaşıldı. Ağaç yere tersine sokulmuştu.

Bu nedenle Stonehenge yapımcıları yalnızca büyük taşlan nakletmenin ve dikine oturtmanın geleneksel zanaatının yanı sıra, büyük ağaç gövdelerini de taşıyabilmeyi ve -başka yerlerde gördüğümüz gibi- dev meşe gövdelerini kereste gibi kesmeyi de biliyorlardı. Stonehenge'i mümkün kılanlar işte bu beceriler olmuştur. Bu ahşap yapıların toprak üzerinde nasıl olduklarım bilmiyoruz.

Çatıları olan binalar da, yalnızca dikilmiş kütükler de ya da Amerikan Kızılderilileri'nin yontulmuş totemleri gibi de olabilir. Yerin üzerinde kalan kısmı ilk gördüğümüz Seahenge, Stonehenge'e benzemek yerine yine farklı olarak bizi şaşırtmıştır. Stonehenge en benzeteceğimiz şey olduğu için, ahşap yapıların da ona benzediğini düşünmek mantıklıdır. Stonehenge'deki sayıları sekizi bulan diğer taşların, daha eskiden kalmış olup ahşap işleme modeline göre düzeltilmiş olmaması da ilginçtir.



Stonehenge çağından kalma ahşap anıtların çoğu tümüyle çürümüş ve yalnızca toprakta kara izler olarak kalmıştır. Resimde gördüğünüz, pek nadir örneklerden biridir: Norfolk kıyısındaki bu garip anıta "Seahenge" adı verilmiştir.


TAŞLARI NAKLETMEK



Stonehenge'in yapımının ilk gereği, doğru olan taşları bulmaktı. Kullanılan pek çok türden en çok sayıda olanı, 240 kilometre ilerideki Batı Galler'den getirilen "mavitaşlar"dır. Yaklaşık bir tabut boyutlarında olan taşlar, dört tonu bulmaktadır.

Bu yüzden bunları karadan çekmek ya da şişirilen tulumlar üzerinde denizden geçirip Stonehenge'e yakın nehirlerden birinden içeri sokmak pek güç olmayacaktı. Ama bu o kadar da kolay değildi: 2000 yılında tam boyutlarında bir mavitaşı Stonehenge'e taşımak için bir ekip, gönüllü bulmakta çok zorlanmıştır. Ve taş bir kere tekneye yüklendikten sonra da kayıp suya düşmüştür. Denemenin devam edebilmesi için, taşın denizin dibinden çıkarılması (!) gerekmiştir.

Stonehenge'deki daha büyük "sarsen" taşları daha ağırdır ama bunlar daha yakından, 30 kilometre ileriden getirilmiştir. İnşaatçıların en büyük sıkıntısı, yeterli boyda büyük taş bulmak olmuş olmalıdır. Stonehenge'de bunların 79'una ihtiyaç duyulmuştur. Daha eski megalit dairelerde ve Avebury'deki caddelerde bunlardan yüzlercesini çok önce kullanmışlardı. Stonehenge'deki "sarsen"lerin boylarının çok küçük bir kısmı destek almak için yere gömülüdür ve Stonehenge'in planlandığı nihai şekli almadığına inanılmaktadır. Acaba, bu taşları oraya getirenlerin taşları mı tükenmiştir?

Tanesi 40 tondan fazla olan "sarsen"leri nakletmek birinci işti. 1994'te arkeolog Julian Richards ve mühendis Mark Whitby'nin benzer bir taşla yaptıkları deneyler bunun nasıl yapılmış olacağını göstermiştir. Taş, kütüklerden bir beşik üzerine yatırılıp iplerle çekilecekti. Beşiğin kütükler üzerinde yuvarlanmış olacağı düşünülmüştü ama mühendis 1994'te daha iyi bir yöntem buldu: Beşiği iyice yağlanmış kalaslar üzerinde kaydırmak. 130 gönüllünün çektiği taş bir kere hareket ettikten sonra gayet iyi ilerlemeye başladı.

Güvenlik için deneyde çağdaş ipler kullanılmışsa da, tarihöncesi zamanlarda ağaçların iç kabuklarından yeterli derecede sağlam ipler yapıldığı bilinmekteydi. Taşın hafif bir yokuşta günde bir kilometre ve düz ya da yokuş aşağı yerlerde günde on kilometre çekilebileceği ortaya çıktı.

Neolitik insanların kızaklar yapmak için meşe ağaçlarını yarabildiklerini de biliyoruz. "Sarsen"lerin bulunduğu Marlborough Downs ile Stonehenge arasında Pewsey Vadisi vardır: Taşlar vadinin kuzey duvarının dik yamacından indirilecek, ıslak vadiden geçirilecek ve Stonehenge'in inşa edildiği öteki tepeye çıkarılacaktı.



Çağdaş bir denemede bir Galler mavitaşı, kızak üstünde Stonehenge'e sürükleniyor.


TAŞLARIN YONTULMASI VE KALDIRILMASI

"Sarsen"ler aynı taşı çekiç gibi kullanarak biçimlen-dirilebilirler. "Sarsen" çok sert olduğu ve kolaylıkla iri parçalar halinde kopmadığı için bu, güç bir iştir. Stonehenge'de pek çok taş, çekiçler ve keskiler bulunmuş, bunların daha sonra taşları yerlerinde sabitleştirmek için kullanıldıkları anlaşılmıştır.

Taşlan dik bir duruma getirme de 1994'te bir deneyle sınanmıştır. Taşın ucu, hazırlanmış bir çukura yerleştirilmiş, sonra üzerinde daha küçük bir taş kaydırarak dengesini bozup çukura girmesi sağlanmıştır. Neolitik teknoloji bunu yapabilirdi ama Neolitik zihinler ve zekâlar acaba bunu düşünebilirler miydi?

Sonra taş 130 kişilik bir ekip tarafından kütüklerden yapılma bir "A-çerçevesi" üzerinden iplerle çekilebilirdi. Taşlar çukurlara yerleştirildikten sonra kenarları küçük "sarsen" parçalarıyla beslenir ve lento taşları tepeye çekilirdi. Bu ya taşı bir rampadan yukarı çekerek ya da üstüste yığılı kütüklerin üstünde yükselterek yapılabilirdi. Hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın, lentolar istenilen yüksekliğe çıkarılınca biçimlendirilir ve son yerine yerleştirilirdi. Rampa izi bulunmadığına göre üstüste konulmuş kütük yönteminin kullanılmış olması mümkündür.



Bir Stonehenge lentosunun kaldırılmasında çağdaş mühendisler insangücü yanında bir iskele ve güvenlik miğferleri de kullanmışlardır.

Böylece, 130 ya da daha fazla insan gücüyle Stonehenge'in yapılması belki de bugün göründüğü kadar güç olmamış olabilir. En azından biz Batılılar makinelere o kadar çok alışmışız ki, yalnızca insan gücü ve becerisiyle neler yapılabildiğini unutabiliyoruz. Bu nedenle bu muammanın bir kısmı da "Stonehenge'i nasıl yaptılar?" değil, bizleriz.

Deneyde yapılan Stonehenge parçasının ilginç bir sonucu da vardır. Taşların dikildiği kuzey Wiltshire'daki alanda, bunun çağdaş bir tuhaflık olarak kalması fikri benimsenmişti. Ama sonra orada gayriresmi bir festival yapılacağı söylentileri üzerine sökülmüştür. Günümüzdeki söylentilere göre de, kullanılan taşlar depolanmıştır ve kendi Stonehenge'lerini çağdaş ya da eski yöntemlerle dikmek isteyenlerin emrine hazır tutulmaktadır.

Stonehenge deyince aklımıza gelen aslında Stonehenge III'tür. İÖ 3100'lere tarihlenen Stonehenge I, yöre insanlarının geyik boynuzlarıyla yarı çapı 98 m olan bir çember kazmalarıyla başlar. Setin iç tarafına daha sonra (keşfeden antikacının adıyla anılan} 56 Aubrey çukuru kazıldı. 500 yıl sonra terk edilen Stonehenge I'den sonra ÎÖ 2100'lerde Stonehenge II düzenlendi.

Alanın ortasına 4 tonluk 80 sütun bu dönemde dikilmiştir. İÖ 2000'lerde birinci devresi başlayan Stonehenge lir de ise, kalıntıları görülebilen halka ve at nalı biçimli iki taş sırası inşa edilmişti. Amacı tam olarak bilinemeyen ama bir tapınma yeri olduğu kuşku götürmeyen Stonehenge'lerin inşası İÖ 1100'lere kadar sürmüştür.



Bu sistemde büyük bir Stonehenge'i ayağa dikerken kaldıraç gücünden yararlanmak için bir A-çerçevesi kullanılıyor. Neolitik ustalar bu kadar becerikli miydiler?

Kayıp Şehir: Atlantis

PLATON demiş ki:
Dün kentinden ve hemşehrilerinden söz ettiğinde aklıma tekrarlamakta olduğum bir hikâye gelmişti ve senin, nasıl bir esrarengiz rastlantıyla Solon'un anlattıklarıyla harfiyen uyuştuğunu görmekle şaşırdığımı söylemiştim.
İnsanlığın Çok Eski çağlarının derinliklerindeki ve eski dünyanın tümüne hâkim olan büyük ve güçlü bir milletin akıl almayan bir felaket sonucunda neredeyse bir gece içinde sona ermiş olması insanları iki bin yıldır meşgul etmektedir. Burada büyük Atlantis ada milletinden söz ettiğimiz kuşkusuzdur.


ATLANTİS: EFSANENİN İÇERİĞİ



Atlantis'in doruk noktasına 11 bin yıl önce eriştiği söylenirse de, literatürde ortaya çıkışı ancak 2350 yıl önce, İÖ 359 ve 347 yılları arasıdır. Ülkenin adı Yunan filozofu Platon'un Sokrates ile öğrencileri arasındaki hayali konuşmalarının iki diyalogunda (Timaio ve Kritias) ortaya çıkar. Timaio diyalogunun başında Sokrates bir gün önceki "mükemmel" toplum konuşmasına değinir.

Platon burada uzun yıllar önce yazdığı en ünlü diyalogu olan Devlet'e atıfta bulunmaktadır. Platon, Sokrates'e Devlet'te sunulan mükemmel hükümetin unsurlarını saydırır: Zanaatkarlar ve çiftçiler askeriyeden ayrılacaktır, askerler merhametli olacak, atletizm ve müzik eğitimi alacak, komün halinde yaşayacak ve altına, gümüşe ya da herhangi bir özel mülke sahip olmayacaklardır.

Sokrates varsayımsal tartışmalardan bıkıp öğrencilerine uygulamalı felsefe denilebilecek bir ödev verir. Devlet'te vazedilen kavramlara göre yaşayan bir toplumu haklı bir savaşa sokarak mükemmelleştirmelerini söyler.

Hocasının önerisini yerine getiren Kritias şöyle der: "O halde, Sokrates, garip ama gerçekten doğru olan şu hikâyeyi dinle." Kritias bu hikâyeyi dedesinden (onun da adı Kritias'tır) dinlediğini söyler. Dedesi de babası Dropides'ten, o da Yunan bilgesi Solon'dan dinlemiştir. Solon ise İÖ 600 yılından hemen sonra bulunduğu Mısır'da Mısır rahiplerinden duymuştur. Böylece Platon'un kendi anlatımına göre Kritias'tâ iki yüz yıl önce ortaya atılmış bir hikâyeyi dolaylı olarak duymaktayız.



(Solda) Atlantis hikâyesinin özgün kaynağı olan Platon'un (İÖ 427-347) I. yüzyılda yapılmış mermer büstü. Platon, Timaio ve Kritias diyaloglarında Atlantis'i ortaya atmış ve toplumunu ayrıntılarıyla ele almıştır. (Sağda) Athanasius Kircher'in Atlantis haritası (1678). Platon'un da belirttiği gibi ülkeyi Herakles Sütunları'nın ötesine, Atlas Okyanusu'nun ortalarına yerleştirir. Kuzeyin aşağı tarafta olduğuna dikkat!


MÜKEMMEL DEVLET, ATİNADIR, ATLANTİS DEĞİL



Mısırlı rahipler Solon'a "bütün kentlerin en iyi yönetileni" olan eski Atina hakkında bir hikâye anlatmışlardı. Platon'un mükemmel devlet modeli işte zamanından 9300 yıl öncesinin bu eski Atina'sıdır. Rahipler Solon'a, eski Atinalılar'ın en büyük kahramanlık eylemini anlatırlar: Atinalılar "Avrupa'nın ve Asya'nın tümüne bir sefer açan büyük bir devleti" savaşta yenmişlerdir. Bu yayılmacı millet "Herakles Sütunları"nın ötesinden, Atlas Okyanusu'ndan gelmiştir. Ve bu büyük devletin adı Atlantis'ti.

Atlantis, ta Mısır'a kadar kuzey Afrika'nın tümünde egemendi. Ancak Kritias'ın söylediğine göre o savaşta Atinalılar tarafından yenilen Atlantis, tanrılar tarafından depremler ve sellerle ortadan kaldırılmıştı.

Kritias, Atlantis hikâyesini anlattıktan sonra Sokrates'e şöyle der: "Dün kentinden ve hemşehrilerinden söz ettiğinde aklıma tekrarlamakta olduğum bir hikâye gelmişti ve senin, nasıl bir esrarengiz rastlantıyla Solon'un anlattıklarıyla harfiyen uyuştuğunu görmekle şaşırdığımı söylemiştim."



(Solda)Girit'in doğusunda Zakros'taki Minos sarayından kristal bir vazo. Minoslular'ın sanat ve mimarideki gayet apaçık teknik gelişmişlikleri, bu etki uygarlık ile Platon'un diyaloglarında anlatılan aşırı gelişmiş Atlantis toplumu arasında ortak noktalar aranılmasına yöneltmiştir. (Sağda) İspanya'da bulunmuş ve İÖ 450 yıllarına ait olan "Elche Leydisi". Bazı aşırı kuramcılar bunun bir Atlantis rahibesi olduğunu iddia ederler.


ATLANTİS İÇİN TARİHİ BİR KAYNAK MI?


Platon, Atlantis ya da eski Atina tarifini gerçek tarihe mi dayandırmıştır, yoksa bütün olayı uydurmuş mudur? Platon'un zamanındaki Yunanlılar'ın perspektifinden bile eski sayılacak önemli bir Akdeniz uygarlığı vardı ve bu da, en azından kısmen büyük doğal felaketlerle imha olmuştu: Minoslular'ın Girit'i.

Bazı çağdaş bilimadamları Atlantis'in yeri ve boyutları Kritias'ta yanlış ifade edilmiş ya da abartılmış olsa da, (belki de yanlış çeviri nedeniyle) Platon'un hikâyesinin Yunanistan'ın doğusunda ve Ege Denizi'nde Girit'in kuzeyindeki Thera adasının yanardağ patlamasına dayandığı fikrindedirler.

İÖ 17. ya da 16. yüzyıldaki Thera patlamasından kalan volkanik püskürtüler, 1838'de patladığında on binlerce insanın ölümüne neden olan Krakatoa'nınkinin iki katıdır. Thera'daki daha büyük patlama çok etkili olmuş olmalıdır ve bu nedenle de tesirin dolaylı olduğu Mısır gibi ülkelerin tarihi kayıtlarında yer alması mümkündür.

Bazıları için Minoslular'ın Girit'i Atlantis'tir ve Platon, Kritias'ta ülkenin Thera patlamasıyla yokolmasını çarpıtmıştır. Ancak bu iddiayı sürdürebilmek için Girit'in yerinin neden yanlış olduğu, boyutlarının neden farklı olduğu, neden yanlış zamanda gelişmiş olduğu, Atina ile hiç savaşmadığını ve bir felaketle yok edilmemiş olduğunu açıklamak gerekecektir.

Arkeoloji, Minos kıyı topluluklarının Thera'daki patlamanın yarattığı tsunami dalgalarıyla ağır hasara uğradığı halde Minos uygarlığının daha iki yüzyıl yaşadığını ve hatta geliştiğini kanıtlamıştır.

Başka bilimadamları Thera'daki ünlü Minos kolonisinin Atlantis için model olduğunu iddia etmişlerdir. Minoslular'ın buradaki yerleşim merkezi yanardağın patlamasıyla yok olmuştu, ancak Platon'un da eski bir uygarlığın bir ileri karakolunun yok edilmesinden söz etmediği de kesindir. Yine de, Thera, Platon'un Atlantis modeli olamayacak kadar yanlış yerde, yanlış boyutta ve yanlış çağdadır.



(Solda) Atina ile Isparta arasındaki Peloponnesos Savaşı'nda (İÖ 431-404) öldürülen iki savaşçı: Khairedemos ve Lykeas. Platon zamanında yapılan bu savaşta her iki kentin çeşitli cepheleri -örneğin Isparta'nın politik yapısı- Platon tarafından Atlantis ile Atina arasındaki çatışmayı formüle etmek için kullanılmış olabilir. (Sağda) Ignatius Donnelly'nin "Dolphin Boğazı"nı gösteren Atlas Okyanusu haritası, Donnelly burasının kayıp kıta Atlantis'in denize batmış kalıntısı olduğuna inanıyordu.


ATLANTİS: ÇAĞDAŞ FANTEZİ

Atlantis konusunda herhangi bir tartışma bu kayıp kıta hakkında 19. ve 20. yüzyıllarda ileri sürülen gerçekten garip iddialardan söz edilmeden tamamlanmış olamaz. Minnesota Eyaleti kongre üyesi, iki kere başkanlık adayı ve amatör bir tarihçi olan Ignatius Donnelly 1881'de, "Atlantis: The Antediluvian World" adlı kitabını yayımlayarak efsaneyi herkesten çok canlandıran kişidir.

Donnelly'ye göre Platon'un Atlantis'i Mısır, Mezopotamya, İndus Vadisi ve Avrupa'nın olduğu kadar Güney ve Kuzey Amerika uygarlıklarının kaynağı ve büyük kültürel başarıların kökenidir. Donnelly'nin tezi çağdaş arkeoloji ya da jeoloji araştırmaları altındaki dayanak noktalarından yoksundur. Bu kültürlerin evrimlerini, değil Atlantis'e, başka herhangi bir tek ana kaynağa borçlu olduklarını gösteren herhangi bir kanıt yoktur.

Ancak, diğer 19. ve 20. yüzyıl düşünürleriyle karşılaştırıldığında Donnelly, bir entelektüel itidal örneğidir. Helena Blavatsky'nin liderliğini yaptığı Teosofistler, Atlantisliler'in uçakla uçtuklarını ve uzaydan gelen yabancılardan aldıkları ekinleri biçtiklerini iddia ediyorlardı.

Daha yakın zamanlarda, geç 20. yüzyılda yaşayan psişikler, kayıp kıtadan ruhlarla bağlantı kurduklarını iddia etmişler ve modern dünya insanlarına Atlantisliler'den çeşitli öğütler aktırmışlardı. Kuşkusuz bu iddiaları destekleyen hiçbir kanıt yoktur.



(Solda) Girit'te Knossos'ta Taht Odası. Tahtın iki yanında bitkiler ve yarı aslan yarı kartal yaratıklar resmedilmiş. Minos Girit'i önemli bir erken dönem Akdeniz uygarlığıdır ve Platon'un zamanında artık çok eskilerde kalmıştı. Platon, Atlantis tanımını bu topluma mı dayandırmıştır? Ne yazık ki, bütün gerçekler bu kurama uyum göstermiyor. (Sağda) Minoslular'ın Knossos Sarayı ya da Tapınağı, İÖ 2. binyıl ortalarından kalmıştır. Burası çok odalı ve gayet zarif duvar resimleriyle büyük bir yapıdır.


Platon'un Görüşü


Platon'un, diyaloglarını kurmak için iyi bildiği tarihi kayıtları kullandığı kuşkusuzdur. Belki de onun zamanından bin yıl önce güçlü bir devleti yok eden doğal bir afetin gelenekleri vardı ve Platon mesajını iletmek İçin bu hikâyeleri kullanmıştı.

Ancak, Kritias'ın kısmi bir mecazi yorumunu destekleyenler bile Platon'un tarih yazma niyetinde olmadığını, hikâyenin bazı unsurlarını vermeye çalıştığı derste mecaz olarak kullanmak istediğini kabul ederler. Örneğin, Atlantis Destroyed adlı kitabında Rodney Castleden, Platon'un Atlantis'inin Minos Girit'i ile Thera'nın iyi bir eşleştirilmesi olduğunu ve hikâyenin o bölümünün Atina'yı Isparta ile karşı karşıya getiren daha yakın tarihteki Peloponnesos Savaşı'nın anlatımı olduğunu iddia eder. Bu savaşta Isparta muzaffer çıkmıştı ve Isparta'nın politik yapısı Platon'un eski Atina tanımına girmiş görünmektedir.

Son olarak, Kritias'ta Atlantis'te belirli eski toplumların ayrıntılarının paralellerini aramak Platon'un vurgulamak istediği bir şey değildir. Onun Kritias'ın ağzından söylettiği şeyler tarihi anlatmak amacını değil, ne de olsa tarihçi olmayıp bir filozof olan yazar için daha önemli bir işlev yüklenir.

Platon, görüşünü belirtmek için Atlantis'i neredeyse yenilmesi imkânsız bir düşman olarak göstermektedir. Platon'un Atlantis'i ayrıntılı olarak tanımlaması okura onun maddi zenginliğini, teknolojik gelişmişliğini ve askeri gücünü anlatmaktır.

Kritias daha küçük, maddi açıdan yoksul, teknolojik olarak o kadar gelişmemiş ve askeri açıdan zayıf Atinalılar'ın Atlantisliler'i yenebileceği ana mesajını iletir: Tarihte önemli olan yalnızca servet ya da güç değildir. Daha da önemli olan insanların kendi kendilerini yönetme biçimleridir.

Platon için mükemmel bir devletin ve toplumun entelektüel başarısı, maddi refah ya da güçten önemlidir. Bu noktayı vurgulamak için esaslı bir hikâye anlatması da Platon'un bir öğretmen olarak üstünlüğünü gösterir.


EDEBİYAT VE ATLANTİS


Atlantis efsanesi, Ortaçağ'da Yunanlılar'dan Arap coğrafyacılara, onlardan da Avrupalı yazarlara geçmiştir. Montaigne, Buffon ve Voltaire gibi yazarlar bile bu efsaneye inanmışlardır.

Atlantis efsanesinin etkisiyle çok sayıda edebi yapıtlar da yazılmıştır. Francis Bacon'un fizik bilimlerinin ideal devletini betimleyen "Nova Atlantis (Yeni Atlantis)", İsveçli Rudbeck'in "Atland eller Mahneim (Atlantis ya da Mahneim)", Kristof Kolomb'u, yitik eski kıtaları aramaya çıkan biri olarak tasarlayan Katalan yazar Jacinto Verdaguer'in "L'Atlantida" adlı şiiri, Gerhardt Hauptmann'ın aynı efsaneyi simgeleştirerek, bir kadın oyuncuya âşık olan bir bilim adamının psikolojisine uyguladığı romanı Atlantis ve P. Benoit'in "Atlantide" adlı kitapları bunlardan bazılarıdır.

Ayrıca jeoloji biliminde Atlantis adı resmi olarak, Atlas Okyanusu'nun yerinde bulunduğu varsayılan karalara verilen bir addır.
 
Yukarı Alt