Kayıt
27 Nisan 2007
Mesajlar
7.427
Beğeniler
0
Şehir
In Dem Kampus
Yeni bir konu.Umarım işinize yarar.

Bu konumuzda bir çok şeyin tarihçesini inceleyeceğiz.İstekler yapabilirsiniz ben koymaya elimden geldiğince devam edeceğim..

Konu İndexi

Bu indexte görüp okumak istedikleriniz için bulunduğu sayfaya gidip ctrl+f kısayoluyla bulabilirsiniz..Her Mesaja dört adet açıklama koyacağım..

1.Sayfa

Kahvenin Tarihçesi

A Milli Takım Tarihçesi

Futbolun Tarihçesi

Ney Tarihçesi

Termostat Tarihçe

Denizaltı Tarihçe

Isıya Dayanıklı Camın Tarihçesi

Traktörün Tarihçesi

Dikiş Makinesinin Tarihçesi

Masa Tenisinin Tarihçesi {Pinpon}

Faks Makinasının Tarihçesi

Radarın Tarihçesi

Çengelli İğnenin Tarihçesi

Elektrikli Süpürge Tarihçe

Balonun Tarihçesi

Planörün Tarihçesi

Uçak Tarihçesi

Akvaryumun Tarihçesi

Mikrodalga Fırın Tarihçesi

Yeldeğirmeni Tarihçesi


2.Sayfa


Tekerlek Tarihçe

Fotoğraf Makinesinin Tarihçesi

Sandalyenin Oluşum Süreci

Saatin Tarihi

Avrupa Kupasının Tarihçesi






 
Kayıt
27 Nisan 2007
Mesajlar
7.427
Beğeniler
0
Şehir
In Dem Kampus
Kahvenin Tarihçesi



Kahvenin tarihçesi, İS 850 yılına dayanır. Herşey Kaldi adında, Etiyopyalı bir sığırtmacın, keçilerinin bir meyveyi yedikten sonra canlanmalarını fark etmesiyle başlar. Kendisi de bu meyveyi denemeye karar verir ve yedikten sonra duyduğu güç ve mutluluk hoşuna gider. Kahve tohumunun ünü, kısa süre içinde bölgede yayılır. İS 1000 yıllarında kahve Yemen’de üretilmeye başlanır.

Osmanlı İmparatorluğu Yemen’e doğru genişledikçe, Osmanlılar kahveyle tanıştılar ve onu, ilk kez ateşte kavrulduğu yer olan Türkiye’ye götürdüler. 1550 yılında, ilk kahvehane İstanbul’da açıldı. Ve kısa sürede kahvehaneler, insanların biraraya gelerek kahve içtikleri, tartıştıkları, fikir alışverişinde bulundukları ve iş konuştukları mekânlar durumuna geldiler

Kahvenin yolculuğunda bir sonraki adım, Venedikli tacirlerin 1615 yılında, ilk kahve tohumlarını İstanbul’dan Venedik’e götürmeleriyle gerçekleşti. Böylelikle İtalyanlar’ın asla vazgeçemedikleri kahve tutkuları başlamış oldu. Bugün İtalya’da günde otuzsekiz milyon fincan kahve tüketildiği söylenmektedir. 1683’teki Viyana kuşatması sırasında, Osmanlılar arkalarında çuvallar dolusu yeşil kahve tohumu bırakmışlar. Viyanalılar ilk başlarda bunun deve yemi olduğunu düşünmüşler ama kuşatma boyunca Türkler’i izleyen gizli ajanlar, bu tohumların gerçek öyküsünü bildikleri için, kısa sürede “Türk içkisi” içilmeye başlanmış. Viyana’da görevli olan Fransız devlet bakanı Talleyrand kahve için şunları söylemişti:

“Şeytan kadar kara, cehennem kadar sıcak, melek kadar saf, aşk kadar da tatlı.”

1750 yılına dek, Batı Avrupa’nın büyük bir bölümü kahvehanelerle dolup taşmaya başladı. Yazarların, bestecilerin ve aydın kesimin toplanma yeri olan kahvehanelerin müdavimleri arasında Voltaire, Balzac, Beethoven ve Mozart sayılabilirdi.

Peki ama benim anavatanımın, kahve sevgisine ne demeli? Eğer atalarım, İngiliz çay vergilerini protesto etmek için, Boston Limanı’na tonlarca çay atmış olmasalar, Amerikalılar asla kahveyle tanışmayacaklardı. Zamanla kahve, Amerikan Kongresi’nde ulusal içecek ilan edildi. Amerikan devrimi sona erdiğinde ise, kahve standart bir tüketim maddesi haline geldi. Ağzının tadını bilenlere hitap edecek bir içecek olmayacağı belliydi, çünkü Amerikalılar, en sert kahveyi kullanıyorlar ve onu kapkara bir su oluncaya dek kaynatıyorlardı.

Kahvenin modernleşme evrimi, 1971’e dayanır, o yıl “Starbucks”, Seattle’da ilk kahve dükkanını açtı. O dönemde, Starbucks’ın ülke genelinde 3.600 dükkanı olacağını söyleseler, kimse inanmazdı. Starbucks, zamanımızın en başarılı pazarlama şirketi olarak nitelendirilir. Şirket, Kuzey Avrupa’da ve Asya’da sağlam temellere dayanan bir dükkanlar zincirine sahip.

Starbucks’ın öncülüğünde, dünyanın dört bir yanında, bu tür dükkanlar açılmaya başladı. Ve işin ilginç yanı, bugün kahve dünya ticaret piyasasında petrolden sonra ikinci sırada yer almakta. Yalnızca Amerika’da, kahve tüketimine harcanan para, her yıl milyarlarca dolar artmaktadır.



A Milli Takım'ın Tarihçesi

Türk sporunun ilk teşkilatı olan Türk İdman Cemiyetleri İttifakı'nın kurulmasının ardından Yusuf Ziya Öniş başkanlığında ilk Türk Futbol Federasyonu 1923 yılında Şehzadebaşı'ndaki Letafet Apartmanı salonunda yapılan toplantıda 'Futbol Hey'et-i Müttehidesi' adıyla kurulmuştur. Ardından FIFA'ya başvurulmuş ve Türkiye 21 Mayıs 1923 tarihinde FIFA'nın 26. üyesi olmuştur.

FIFA üyesi Türkiye, ilk milli maçını Cumhuriyetin ilanından üç gün önce oynadı. 26 Ekim 1923 tarihinde İstanbul Taksim Stadı'nda Romanya'yla oynanan bu maç 2-2 sonuçlandı.

Romanya karşısında 1-0 mağlup duruma düşen Millilerimiz, Zeki Rıza Sporel'in 32 ve 50'inci dakikalarda attığı iki golle öne geçmeyi başardı. Romanya'nın ikinci golüyle maç 2-2 berabere biten maçta Romanya'ya 2 gol atan Zeki Rıza Sporel, A Milli Takım'ın ilk golünü atarak tarihe geçti.

Milli Takım, 17 Haziran 1924'te oynadıkları Finlandiya maçında ilk galibiyeti elde etti. Helsinki'de Helsingfors Stadı'nda oynanan maçta Fenerbahçeli Zeki Rıza Sporel, 4 golüyle Finlandiya ağlarını havalandırarak adını altın harflerle tarihe yazdırdı.

Ardından gelen dönemde Milli Takım'ı 1924 Paris Olimpiyatları'na hazırlaması için İskoçya'dan Billy Hunter getirtilmiştir. Hunter, Türk futbolculara çağdaş futbolu tanıtan ve sistemli bir şekilde çalıştıran ilk teknik adam olmuştur. Yine 1924 Paris Olimpiyatları'nda Çekoslovakya'yla oynanan ve 5-2 kaybedilen maç, kayıtlara Milli Takım'ın yurtdışındaki ilk maçı olarak geçmiştir.


Teknik Direktörler
İlk ve Son Maçı


Ali Sami Yen
26.10.1923

Billy Hunter
25.05.1924 - 12.09.1926

Bela Toth
17.07.1927 - 17.04.1932

Fred Pegnam
22.04.1932 - 04.11.1932

James Elliot Donnelly
12.07.1936- 01.08.1937

Ignace Molnar
23.04.1948 - 30.05.1948

Ulvi Yenal
02.08.1948 - 05.08.1948

Peter Molloy
28.11.1948 - 20.05.1949

Cihat Arman
20.11.1949

Peter Molloy
28.05.1950 - 28.10.1950

Jimmy McCormick
03.12/1950 - 10.06.1951

Rebii Erkal
17.06.1951 - 21.11.1951

Sadri Usuoğlu
01.06.1952 - 08.06.1952

Sandro Puppo
01.06.1952 - 23.06.1954

Gündüz Kılıç
17.10.1954

Zarko Mihajloviç
03.04.1955 - 26.06.1955

Giovanni Vargliani
18.12.1955 - 01.05.1956

Cihat Arman
16.11.1956 - 25.11.1956

Laszlo Szekelly
05.04.1957 - 08.12.1957

Leandro Remondini
04.05.1958 - 10.05.1959

Ignace Molnar
08.06.1960

Sandro Puppo
27.11.1960 - 16.05.1962

Şeref Görkey
10.10.1962

Ljubisa Spajiç
25.11.1962 - 16.12.1962

Sandro Puppo
27.03.1963 - 09.10.1963

Cihat Arman
27.09.1964 - 20.12.1964

Sandro Puppo
24.01.1965 - 09.05.1965

Doğan Andaç
21.07.1965 - 25.07.1965

Sandro Puppo
09.10.1965 - 30.05.1966

Adnan Süvari
12.10.1966 - 17.01.1969

Abdullah Gegic
30.04.1969 - 16.11.1969

Cihat Arman
17.10.1970 - 14.11.1971

Nicolae Petrescu
05.12.1971

Coşkun Özarı
12.04.1972 - 31.10.1976

Doğan Andaç
17.11.1976

Metin Türel
16.02.1977 - 05.10.1978

Sabri Kiraz
29.11.1978 - 15.10.1980

Özkan Sümer
03.12.1980 - 25.03.1981

Fethi Demircan
15.04.1981 - 07.10.1981

Coşkun Özarı
22.09.1982 - 04.04.1984

Candan Tarhan
06.09.1984 - 14.11.1984

Yılmaz Gökdel
22.12.1984 - 03.04.1985

Kalman Mezsöly
01.05.1985 - 28.08.1985

Coşkun Özarı
11.09.1985 - 12.11.1986

Mustafa Denizli
04.03.1987 - 16.12.1987

Tınaz Tırpan
16.03.1988 - 15.11.1989

Sepp Piontek
27.05.1990 - 28.04.1993

Fatih Terim
27.10.1993 - 19.06.1996

Mustafa Denizli
14.08.1996 - 24.06.2000

Şenol Güneş
16.08.2000 - 18.02.2004

Ünal Karaman (Antrenör)
31.03.2004

Ersun Yanal
28.04.2004 - 08.06.2005

Fatih Terim
17.08.2005 - ...

EN FAZLA GOL ATAN MİLLİ OYUNCULARIMIZ



Hakan Şükür 51 gol

Lefter Küçükandonyadis 21 gol

Cemil Turan 19 gol

Metin Oktay 19 gol

Nihat Kahveci 17 gol

Zeki Rıza Sporel 15 gol

Tuncay Şanlı 15 gol

Arif Erdem 11 gol

Ertuğrul Sağlam 11 gol

Tanju Çolak 9 gol

Oktay Derelioğlu 9 gol

Fatih Tekke 9 gol


EN FAZLA MİLLİ OLAN OYUNCULARIMIZ
Rüştü Reçber
118

Hakan Şükür
112

Bülent Korkmaz
102

Tugay Kerimoğlu
94

Alpay Özalan
90

Ogün Temizkanoğlu
76

Abdullah Ercan
71

Oğuz Çetin
70

Fatih Akyel
64

Arif Erdem
60


MİLLİ TAKIM'IN FARKLI KAZANDIĞI MAÇLAR

1948
Çin-Türkiye:
0-4

1949
Türkiye-Suriye:
7-0

1954
G.Kore-Türkiye
0-7

1957
Mısır-Türkiye:
0-4

1960
Türkiye-İran:
6-1

1969
Türkiye-İran:
4-0

1973
Türkiye-Cezayir:
4-0

1973
Türkiye-Bulgaristan:
5-2

1976
Türkiye-Malta:
4-0

1994
Türkiye-İzlanda:
5-0

1996
Türkiye-San Marino:
7-0

1997
San Marino-Türkiye:
0-5

2001
Türkiye-Avusturya:
5-0

2002
Türkiye-Liechtenstein:
5-0

2005
Kazakistan-Türkiye:
0-6

2006
Türkiye-Moldova
5-0




Futbolun Tarihçesi

İnsanoğlunun "top" ile oynamaya başlamasının tarihi çok eskilere dayanıyor. Mısır'da mezarlardaki duvar resimlerinde ayakla top oynayan insan figürlerine rastlanmıştır. Hatta bu zamandan kalma, 7.5 cm çapında deri veya ketenden yapılmış toplar 2500 yıl önceden günümüze kadar ulaşmıştır ve kimi müzelerde sergilenmektedir. Homeros da "Odiesa"da top oyunlarından bahseder. M.Ö 2500 yıllarında da Çin'de yere dikilmiş iki mızrak arasından bir topu tekmelemek suretiyle geçirmeye çalışarak talim yapıldığı bilinmektedir.

Orta Asya Türklerinin de kız ve erkeklerden kurulu karma takımlarla, topa elle dokunmadan, sadece ayak ve kafa ile vurularak rakip kaleden içeri atmaya çalışarak bir oyun oynadıklari kaynaklarda yer alıyor. İçlerinde Kaşgarlı Mahmut'un da bulundugu pek çok tarihçinin kitaplarında da Türklerin oynadığı "Tepük" isimli bir oyundan bahsedilir. Bu oyunun söylenen kuralları günümüz futbolununkilere oldukça benzer. Elle oynamak yasaktır, faullü hareketler tespit edilmiştir, top oyun alanının dışına çıkamaz...

Futbol tarih boyunca hemen hemen bütün medeniyetlerde benzer biçimlerde boy gösterdikten sonra bugünkü haline en yakin şeklini 17. yüzyılda İngiltere'de almıştır. Daha sonraki gelişimi ise şöyle gösterilebilir:

1841 - Futbol topunun tam bir küre biçiminde olmasının kabulü

1848 - "Cambridge kuralları" adı altında futbol kuralları toplanmış ve bu kurallarla ilk futbol maçı Cambridge'de ögrenciler arasında ilk futbol maçının oynanması.

1855 - Bir İngiliz takımının ilk kez yurt dışına çıkarak futbol oynaması ve böylece Almanya'da futbolun temelini atması

1857 - İngiltere'de ilk futbol kulübü Sheffield Club'in kurulması.

1863 - İngiltere Futbol Federasyonu'nun ve böylece modern futbolun doğuşu.

1870 - Portekiz'de oturan İngilizlerin burada futbolu yaymaya başlamaları.

1871 - "Kral Kupası" veya "İngiltere Federasyon Kupası" nın başlaması

1872 - "İngiltere-Iskoçya" : ilk milli maç.

1875 - Kalelere üst direk konulması ve topa kafayla vurulmasına izin verilmesi

1876 - Korner kuralının kabulü

1879 - Glasgow'dan Darwen'e para teklifiyle futbolcu getirilerek profesyonellik yolunun açılması.

1882 - Futbol kurallarında değişiklik yapmaya yetkili "International Board"un kurulması

1885 - Profesyonelliğin İngiltere'de resmen kabulü

1886 - Ofsayt kuralının kabulü

1889 - Danimarka ve Hollanda'da futbol federasyonlarının kurulması

1890 - Futbol maçlarında tam yetkinin hakemlere verilmesi

1891 - Penaltının kabulü

1893 - Amerika'da ilk futbol federasyonunun Arjantin'de kurulması

1895 - İngiltere'de bayanların ilk futbol maçını oynaması

1899 - Sürenin 90 dakika, ölçülerin 118.4 x 91.4 olarak belirlenmesi

1901 - Sheffield United - Tottenham Hotspur federasyon kupası finalini 110.802 kişinin izlemesi.

1902 - İngiltere dışında oynanan ilk milli maçta Avusturya'nın Macaristan'ı 5-0 yenişi.

1903 - Averajın kabulü

1904 - Belçika, Fransa, Danimarka, Hollanda, İspanya, İsveç, İsviçre'nin FIFA'yı kurması

1906 - Kıtalar arasi ilk milli maçta Güney Afrika'nın Brezilya'yı Brezilya'da 5-0 yenişi.

1907 - Kendi sahasında bulunan bir futbolcunun ofsayt sayılmamasının kabulü

1908 - Londra Olimpiyat Oyunları'nda futbolun ilk kez olimpiyat oyunlarında yer alması.

FUTBOLUN TÜRKİYE'YE GELİŞİ

Modern futbolun İngiltere'den çıkarak yayılması sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nun belli başlı ticaret limanlarındaki kentlere yerleşen İngilizler futbolu ülkemize sokan kişiler olmuşlardır. İstanbul, İzmir, Selanik futbolun oynandığı ilk 3 şehir olmuştur. Buralarda İngilizler futbol oynarken Rumlar da onlara katılmışlar ve hem futbol oynayanlar hem de takımlar önemli sayıda artmıştır. Osmanlı topraklarında ilk futbol maçının 1875'te Selanik'te oynandığı bilinmektedir. 1877 yılında ise İzmir'in Bornova çayırlarında futbol maçları yapılmıştır. Ancak, bu sıralarda Müslüman gençlerin futbol oynamaları hoş karşılanmayacağı için Türklerin futbol oynamaları için biraz daha süre geçmesi gerekmiştir. İzmir'de ilk futbol kulübü 1894 yılında İngilizler tarafındanFootball Club Smyrnakurulmuş ve adı "Football Club Smyrna" olmuştur. İstanbul'da futbol oynanmaya başlanması ise ancak 1895 yılında Kadıköy ve Moda'da olmuştur. İzmir'den İstanbul'a göçen İngilizler burada futbol oynamışlardır. Buradaki Rumlar da futbola merak salmışlardır ve futbol İstanbul'da çok büyük bir hızla yayılmıştır. 1897, 1898, 1899, 1904 yıllarında İzmir karması ve İstanbul karması 4 maç oynamışlar ve bunların tümünü İzmir karması kazanmıştır. 1906 yılında Atina'da düzenlenen "Ara Olimpiyat"ta İzmir karması ve Selanik karması yer almıştır. İzmir karması bu turnuvada 2., Selanik karması da 3. olmuştur. İzmir karması İngilizlerden, Selanik karması ise Rumlardan oluşuyordu.

TÜRKLERIN FUTBOL OYNAMASI

Futbol oynayan ilk Türk 1898 yılında İzmir'de İngilizlerle beraber futbol oynayan Selim Sırrı Tarcan olmuştur. Ancak kendisine "İlk Türk futbolcusu" diyemeyiz. İlk Turk futbolcusu Fuat Hüsnü Bey'dir. İstanbul'da futbolu İngilizlerden görerek merak salan Fuat Hüsnü Bey, daha sonra arkadaşlarını ikna ederek ilk Türk futbol takımını kurmuştur. "Black Stocking" adı alan takım Rumlarla bir maç yapmış ve bu maçı 5-1 kaybetmiştir. Kaçabilenler kaçmış, kaçamayanlar yakalanmıştır ve böylece ilk Türk futbol takımının ömrü uzun olmamıştır. Fuat Hüsnü Bey daha sonra İngilizlerin kurduğu Kadıköy takımında "Bobby" takma adıyla oynamıştır.

TÜRK FUTBOLUNDA İLK KULÜPLER


"Black Stocking" takımının başarısızlığından sonra Türkler uzun süre futbol oynayamamışlardır. Ancak, kimse de bu oyunun cazibesinden kendilerini kurtaramamışlardı. Türkiye'de kurulan kulüplerin hemen hemen hepsi futbol kulübü olarak kurulmuştur. Bir önemli istisna "Beşiktaş Jimnastik Kulübü"dür. İlk futbol kulübü ise "Galatasaray"dır.







Ney Tarihçesi

Ney; sulak zeminde ,muhtelif uzunluklarda yetişen bitki ve bu bitkiden üretilen nefesli bir çalgıdır. Kökeni mitolojik çağlara dayanmakla birlikte M.Ö 3000 yıllarında yaşayan Sümerlerin ve okyanus ötesi bir medeniyet olan Azteklerin bu çalgıyı kullandıkları bilinmektedir. Divan ü Lügat-it Türk”te askeri bir çalgı karşılığında ney kelimesine rastlanması,ayrıca eski Uygur kabartmalarında neye benzer müzik aletlerinin görülmesi ,İslam öncesi Türklerin de bu çalgıyı kullandıkları görüşünü kuvvetlendirmektedir.

oda1.jpg

İslam geleneğinde neyin doğuşu ile ilgili bir çok rivayet vardır. Bunların en meşhuru şöyledir: “Peygamberimiz ilahi aşk sırrını Hz.Ali”ye söylemiş. Bu sırrın yükü altında ezilen Hz.Ali gidip Medine dışında kör bir kuyuya bu sırrı anlatmış. Kör kuyu bu sır ile coşup köpürmüş ve taşmış. Su her yeri kaplayınca kenarlarında kamışlar yetişmiş. Oralardaki bir çoban bu kamışlardan birini kesip muhtelif yerlerinden delmiş ve üflemeye başlamış. Çıkan ses kalplere coşku ve heyecan verip ilahi sırrı anlatır olmuş. Peygamberimiz tesadüfen bu çobanın ney sesini işitince bu durumu anlamış. O günden sonra ney,bir ilham kaynağı olmuştur.”

Bugünkü manada neye ruhunu veren Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleridir. “Türk olsun ,Acem olsun; musiki aşıkların ortak gıdasıdır.” Görüşündeki Mevlana,mesnevisinin ilk on sekiz beyitini de bu cazibeli çalgıya ayırmıştır.

O”na göre ney ayin sırasında dönmekte olan ama gerçekte batıni bir iklimde seyahatte bulunan semazenlerin kılavuzudur. Çıkardığı tılsımlı ses ile ruhları cezbeder. Bu nedenle Mevlana”nın yanında yetişen ve neyzenlerin piri kabul edilen Kutb-i Nayi Osman Dede gibi bütün Mevlevi dervişleri yüzyıllardırr neyle soluk alıp;neyle soluk vermişlerdir.

Osmanlı sarayında neye büyük ilgi gösterilmiştir. Suz-ı Dilara Ayin-i Şerifi”nin bestekarı III. Selim neyle piyanoyu birarada kullanarak müzikte yenilik arayışlarında bulunmuştur. II. Mahmud”dan başka , Sultan Abdülaziz ve Sultan Reşad da neyzen olarak bilinen padişahlardır. Ayrıca ney haremde de bayan neyzenler yetişecek kadar rağbet görmüştür. Ney günümüzün haddinden fazla gürültülü müzik aletlerine nispetle çok daha dinlendirici bir özelliğe sahip olduğundan Osmanlı Darüşşifalarında ruh hastalarının tedavisinde de kullanılmıştır.

Teknik olarak ney dokuz boğum ve altısı önde olmak üzere yedi delikten oluşmaktadır. Ki bu dokuz boğumun gerçekten de dokuz boğumlu olan insan gırtlağından; yedi deliğin ise kulaklar,gözler ,burun ve ağız olmak üzere insan başından mülhem olduğuna inanılır.

 
Kayıt
27 Nisan 2007
Mesajlar
7.427
Beğeniler
0
Şehir
In Dem Kampus
Termostat Tarihçe

Termostat 1830 yılı için yeni bir sözcük ve yeni bir kavram olabilir, ama sıcaklık ayarlama aygıtı için kullanılan teknoloji yeni değildi. Termostatın mucidi Andrew Ure (İskoçya), patentinde çeşitli tipte aygıtları tanımlamıştır. İçlerinde en karmaşık olanın içerdiği bimetalik şerit (genellikle bimetalik bir disk biçiminde), bugün bile termostatların çoğunun temelini oluşturur. Bimetalik şeridin işleyişi şöyledir: Sıcaklık değiştikçe temas halindeki iki metal farklı derecelerde genleşir ya da büzülür; bunun sonucunda eğilen şerit, ayar düğmesini ya etkin ya da etkisiz hale getirir. Ure bu ilkeyi ısı denetimine uygulayan ilk kişi olabilir; ancak, bu tür aygıtların öncüsü John Harrison idi. Harrison, 1726'da ünlü kronometresinde, sıcaklıktaki değişimlerin yol açtığı hataları telafi etmek için bimetalik sarkaç kullanmıştı.



Ure'ün patentindeki fikirleri yaygınlık kazanamadı ve yaygın olarak kullanılan ilk termostat, Charles Edward Hearson'ın 1881'de patentini aldığı sıvı termostat oldu. Hearson'ın termostatı, kümes hayvanlarının kuluçka makinesinde kullanılmak için tasarlanmıştı ve gereken sıcaklıkta kaynatılmış bir sıvıyla dolu kapalı bir kaptan ibaretti;kaynar sıvı, kabı genleştirip bir kumanda kolunu harekete geçiriyordu. Aynı ilke bugün de geçerliliğini korumakla birlikte, Hearson'ın tasavvur ettiği üzere, belli bir sıcaklıkta kaynayan sıvılar yerine, artık daha kullanışlı ve çok işlevli bir yöntem olarak, kılcal bir tüp içinde sıvının genleşmesi ya da büzülmesi yeterli oluyor.

Termostatın üçüncü bir tipinde de gaz ya da sıvı dolu bir körük kullanılır; bu buluşun patentini, W.M. Fulton 1903 yılında almıştır. Körük, içini dolduran sıvı ya da gazın sıcaklığı artıp azaldıkça genleşir ya da büzülür; kademeli bir sıcaklık değişimi (örneğin, bir fırına gazın akışını denetlemek yoluyla) elde etmekte kullanılabilmesi gibi bir avantajı vardır.

Termostatın kullanım alanları arasında, merkezi ısıtma sistemleri, elektrikli ütüler, bulaşık makineleri, çamaşır makineleri, su ısıtıcıları, buzdolapları, dondurucular ve fırınlar sayılabilir.

Denizaltı Tarihçe

Denizaltı tasarımı ilk kez 1578'de matematikçi William Bourne tarafından geliştirildi. Bourne bu tasarımını hiç denemedi, ama 40 yıl sonra Cornelius Drebbel buna çok benzer tasarımlı bir denizaltı inşaa etti ve ilk kez Thanes Nehri'nde denedi. Ahşap omurgasının üzeri deriyle kaylıydı ve bordalarında su geçirmeyen deri kaplamadan dışarı uzanan 12 küreği vardı. Denizaltısı suyun altında iki saat kalınca Drebbel'in oksijen üretme yöntemini bulduğuna dair söylentiler yayılmıştı. Deneme gösterisinin başarılı olmasına karşın, İngiliz Bahriye Nazırlığı, Drebbel'ındenizaltısını kabul etmedi; bu fikrin geliştirilmesi daha sonraki mucitlere kalacaktı.



Savaşta kullanılan ilk denizaltı olan American Turtle, David Bushnell tarafından 1775 yılında icat edildi. Bu ahşap tekne, elle yönlendirilen iki uskurla yüzüyordu; ilk kez 1776'da Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda kullanıldıysa da, hedefini batıramadı. Düşman gemisini batıran ilk denizaltı Hunley'dir; H.L. Hunley'nin Amerikan İç Savaş'ı Konfederasyon Ordusu için icat ettiği bu denizaltı, Birlik Ordusu'na ait Houstonic savaş gemisini batırmış, ama bu arada, tüm mürettebatıyla beraber kendiside batmıştı.

Bunun gibi oldukça eski tarihli pek çok denizaltının varlığına karşın, modern denizaltının mucidi J.P. Holland olarak kabul edilir. Holland'ın geliştirdiği tekne, modern bir denizaltının tüm özelliklerini taşıyordu: Silindir biçimli gövde, safra tankları, derinliği ayarlamaya yarayan yatay dümen ve havaya ihtiyaç duymayan güç kaynağı. Bu denizaltı, su altında bataryalarını kullanıyor, yüzeye çıktığında ise içten yanmalı motorla gidiyordu. Holland, 1900'de denizaltısını ABD Deniz Kuvvetleri'ne verdi. 1902'de "denizaltı gemisi"nin patent hakkını aldı ve İngiltere, Hollanda, Rusya ve Japonya için denizaltılar inşaa etmeyi sürdürdü.

- Resim Silinmiş.

- Resim Silinmiş.


Isıya Dayanıklı Camın Tarihçesi

- Resim Silinmiş.

Bugün fırına dayanıklı cam tencereleri çok kanıksamış olabiliriz, ama bir zamanlar fırına cam tabak koymayı düşünmek bile ahmaklık sayılabilirdi. Hatta ısıya dayanıklı cam geliştirildikten sonra dahi, bununla yemek pişirmek öyle akıl almaz görünüyordu ki, Pyrex fırın ürünleri neredeyse kaza eseri doğabildi.

19. yüzyılın sonlarına doğru, Otto Friederich Schott, Carl Zeiss ve Ernst Abbe (Almanya) , Jena'da Glastechnische Versuchsanstalt adını verdikleri, cam ürünlerinde uzmanlaşacak bir fabrika kurdular. Fabrika yüksek kalitede mercek, mikroskop, dürbün vb. optik ürünlerle ünlendi. Daha sonra Schott ve Assoceates Jena Glassworks adını alacak ve 1919'dan itibaren de Carl Zeiss vakfının bünyesine katılacaktı. 1884 yılında bu üçlü, ana bileşenler olan boron oksit ve silisyumdan ötürü borosilikat cam olarak bilinen, ısıya ve kimyasal maddeye dayanıklı yeni bir cam çeşidi üretti.
Derken 1912'de, Corning Glass'dan J.T. Littleton, Eugene Sullivan ve William Taylor, Almanların borosilikat camını Nonex adlı ısıya dayanıklı cam olarak geliştirdiler; bu ürün önce sadece sanayi amaçlı kullanıldı. Rivayete göre bu camı fırında yemek pişirmekte kullanma düşüncesi 1913 yılında şöyle doğmuş: Corning teknisyenlerinden birinin eşi, Nonex marka bir akümülatör kavanozu içinde kek pişirmiş.

Sonuç olarak firma, evlerde kullanılmak üzere ilk fırına dayanıklı camı geliştirdi. 1915'te Pyrex ticari markası ile piyasaya sürüldü.

Bu ürün, yalnız camıyla değil tasarımıylada yenilikçiydi - 1937 tarihli ilk reklamında Pyrex fırın kabı şöyle tanıtılıyordu: "Bir taşla üç kuş vurmak gibi!" Bu sözlerle, kaseyle kapağının iki ayrı tabak, kapağı kapatıldığında da bir tencere gibi kullanılabileceği anlatılıyordu: "Fırın tenceresi. Çağdaş şık ve kullanışlı... Pyrex marka kaplarda yemeğinizi pişerken görebilirsiniz"..

Traktörün Tarihçesi



Traktörler bügün vaz geçilmez tarım aletlerinin başında gelir ve yapılan işi %80 oranında kısaltır. (latince “trahere”) ; tarla , bahçe , bağ’larda ve şehirlerin parklarında kullanılan tarım aletlerine (pulluk , orak makinası , mibzer , pülverizatör , ekin biçme makinası v.b.) çekicilik yapan kendinden itimli motoru olan kara taşıtıdır.

İçten yanmalı motoru olan ilk traktörü 1892 yılında ABD’de Iowa’lı John Froehlich yapmıştır.

Çalışma ilkesi otomobillerden pek farklı olmamasına karşın yine de karakteristik özellikleri vardır. Yerden oldukça yüksek dingillere oturtulmuş dar kesitli karoser , ön tekerlere oranla çok büyük derin yivleri olan arka tekerlekler en belirgin özellikleridir.


Arka tekerleklerin bu şekli aracın her türlü arazi koşulunda ve yumuşak zeminde patinaj yapmadan ve devrilmeden çalışmasını sağlar. Bazı özel şartlara göre paletli traktörler de vardır. Paletler traktörün ağırlığını daha geniş bir alana yaydıklarından üzerinden geçtiği toprağın sıkışıp kalmasını önler ve traktörün toprağı daha iyi kavramasına yardımcı olur.​
 
Son düzenleme yönetici tarafından yapıldı:
Kayıt
27 Nisan 2007
Mesajlar
7.427
Beğeniler
0
Şehir
In Dem Kampus
Dikiş Makinesinin Tarihçesi



1819 yılında Amerika’nın Massachusetts eyaletinde 9 Temmuz günü bir çiftlikte dünyaya geldi. Çocukluğu çiftlikte çalışmakla geçti. 1830 yılında komşu bir çiftliğe çalışmaya gitti. Daha sonraları babasının yanında değirmenlerde çalışmaya başladı. 1835 yılında Lowell’da pamuk ipliği ile ilgili makinalar üreten bir firmada çalışmaya başladı. 2 yıl sonra bilimsel cihazlarla ilgili araştırma ve imalat yapan bir firmaya girdi. Firma Ari Dawis’e aitti. 1830 yılında komşu bir çiftliğe çalışmaya gitti. Daha sonraları babasının yanında değirmenlerde çalışmaya başladı. 1835 yılında Lowell’da pamuk ipliği ile ilgili makinalar üreten bir firmada çalışmaya başladı. 2 yıl sonra bilimsel cihazlarla ilgili araştırma ve imalat yapan bir firmaya girdi. Firma Ari Dawis’e aitti.



Birgün imalathaneye gelen bir müşterinin dikiş makinası gibi bir makina üreten kişinin çok zengin olabileceği sözü kafasına takıldı. 1839 yılına gelindiğinde 20 yaşına girmişti ve evlendi. Çocukları oldu. Ev geçindirmekte zorlandıkları için karısı dikiş yaparak ailenin geçimine yardımcı olmaya çalışıyordu. Karısının dikiş yapması ona dikiş makinası fikrinin kafasında oluşması için çok iyi bir fırsat oluşturdu.


1843 yılına gelindiğinde ilk dikiş makinasını üretti, ancak bir başarıya ulaşamadı. 3 yıl aradan sonra ilk defa çift dikiş yapabilen dikiş makinasının patentini aldı. William Thomas kendisinden bazı isteklerde bulundu. Howe bu istekleri yerine getirebilmek için İngiltere’ye yola çıktı.


3 Yıl aradan sonra Amerika’ya geri döndü. 2 yıl sonra 1851 yılında fermuarın temeli olan otomatik daimi giysi kapatma aracının patentini aldı.Isaac Singer ilk dikiş makinesinin patentini aldı. Ancak 1854 yılında Amerikan mahkemeleri Singer’in Howe’un patentini ihlal ettiği gerekçesiyle patenti iptal etti. 1861 yılında Howe’un patenti 70 yıl süreyle üzatıldı.


1867 yılında 48 yaşındayken Brooklyn’de öldü.


Masa Tenisinin Tarihçesi {Pinpon}



Bir masanın iki tarafındaki sporcuların ellerindeki raketler yardımıyla küçük bir topu, masanın ortasına gerilmiş ağ üzerinden karşı tarafa geçirmeye çalıştıkları spor dalıdır.
Masa tenisi, 16. yüzyılda İngiltere’de yemek masalarının üzerinde lastik bir topun, rakete bezeyen kasnaklar aracılığıyla fırlatılarak oynanması sonucu tesadüfen ortaya çıktı.

İlk zamanlar “ping pong” adı verilen bu oyun, 1902 yılında kurulan Ping Pong Birliği’nin, 1921-22 yılları arasında tekrar oluşturulması ile birlikte “Masa Tenisi” olarak anılmaya başlandı.

Faks Makinasının Tarihçesi



İskoçya’da yaşamını sürdüren Alexander Bain 27 Kasım 1843 yılında ilk faks makinası (faksimil) için patent başvurusunda bulundu. Bain’in tasarladığı faks makinası ana hatlarıyla günümüzde kullanılan sisteme benzemektedir. Belgenin beyaz ve siyah kısımlarının tanımlanarak iletilmesi ilkesine dayanıyordu.

İletken bir madde üzerinde elektriksel olarak haritalama işlemi için sarkaçlar kullanılmasını önermiş fakat bu sistemi hiçbir zaman uygulayamamıştır. 1848 yılında İngiltere’de bir fizikçi (Frederick Bakewell) daha geliştirilmiş bir versiyonu için patent aldı. Yine İngiltere’de halka açık bir sergide ilk defa bir belge iletimini gerçekleştirdi.

Tüm bu çabalar ticari anlamda sonuçsuz kalmıştı. Ticari başarıyı yakalayan ilk faks makinasını ise İtalyan Giovanni Caselli icat etti. Caselli Bain ve Bakewell’in sistemlerini harmanlayarak ortaya yeni bir sistem çıkarmıştı.Pantelgraf adını verdiği buluşun ortaya çıkması 10 yıl sürmüştü. 1861 yılında patentini aldı. Fransız hükümetince kullanılmaya başlandı.

Faks makinasının başlangıçta oldukça başarılı olması telgraf sisteminin korunması adına fazla yaygınlaştırılamadı. Çıkan savaşlar nedeniyle döşenen hatların kullanılamaz hale gelmesiyle faks sistemi uzun süre ortalardan kaybolacaktı. 20. YY’da Alman Alexander Korn fotoelektrik tarama adında bir sistem geliştirdi. Hernekadar yeni bir sistem gibi görünsede mantık aynıydı. Bu sistem sayesinde hertürlü belge gönderilebiliyordu ve sarkaçlara gerek duyulmuyordu. Telefonun yaygınlaşması telgrafın sonunu hazırladı. Böylece faks kullanımı yaygınlaştı ve iş dünyasında çokça kullanılır hale geldi.

Radarın Tarihçesi



İskoçyalı mucit Robert Watson-Watt günümüz radar sisteminin mucidi olarak tarihe geçmiştir. Watson-Watt radarı bulmadan önce buna benzer birçok deneme farklı mucitler tarafından gerçekleştirilmiş ve bazılarının patentleri alınmıştır.

Christiyan H. Ismeyer deniz yolculukları sırasında oluşan gemi kazalarını önlemek için kesintisiz radyo dalgaları kullanarak nesnelerin belirlenmesini sağlayan bir sistem geliştirmiş ve 1904 yılında patentini almıştır.1926 yılında ise İskoçyalı John Logie Baird kısa boylu elektromanyetik dalgalar kullanarak nesneleri belirlemeyi başardı. Benzer başka bir buluşsa Alman Rudolf Kühnold’un radyo dalgaları ile nesnelerin saptanmasına yarayan cihazıydı.(1933)​
 
Kayıt
27 Nisan 2007
Mesajlar
7.427
Beğeniler
0
Şehir
In Dem Kampus
Çengelli İğnenin Tarihçesi



Hayatımızın çeşitli zamanlarında yardıma koşan ve olmadık zamanlarda yolda,yolculukta yaşanan ufak tefek kazalarda bizi kurtaran bu buluşun tarihi eskilere dayanmaktadır.

Patent kayıtlarında Çengelli iğne 1849 yılında Walter Hunt adınadır. Ancak çengelli iğne aslında çok daha eski bir buluştur. Bu tarihten 2000 yıl öncesinde Romalıların yaylı bir çeşit çengelli iğne kullandıklarına dair kanıtlar var.

Romalılar birçok buluşa isimlerini yazdırmışlar ancak çoğu unutulup gitmiştir, taa ki yeniçağda tekrar icat edilene dek. 1842 yılında Thomas Woodward tarafından Amerika’da farklı yapıya sahip bir çengelli iğne için patent alınmıştı. Bu iğne, sıradan bir iğnenin uc kısmına takılan metal parça ile tutturuluyordu. Ancak bu hem güvenlik hemde kullanış sorunları doğuruyordu.


Bazı buluşlar tesadüf eseri, bazıları birşeylerden esinlenilerek bazıları ise yıllar süren uzun çalışmalar sonucu ortaya çıkmaktadır. Çengelli iğne ise Hunt’ın teknik ressamlara olan borçlarını ödeyebilmek için geliştirdiği bir buluştur. Hunt oldukça zeki ve üretken bir mucittir.

Hunt’ın borç yaptığı insanlar ortaya bir iddia atmışlar ve bir tel parçası ile işe yarar bir buluş yapması halinde borçlarını kapatacaklarını ve üzerine para vereceklerini taahhüt etmişler. Hunt’ta bunun üzerine 3 saatlik bir çalışma sonrasında çengelli iğneyi icat etmiş.

Hunt bu icadından sadece ödül olarak aldığı 400$ ile yetinmiştir. Çünkü anlaşma yaptığı kişilere bu icadın patentini devretmek zorunda kalmıştır. Çengelli iğne 150 yılı aşkın bir süredir çok fazla bir değişikliğe uğramadan günümüzde hala kullanılmaktadır.


Elektrikli Süpürge Tarihçe

- Resim Silinmiş.

- Resim Silinmiş.

19. yüzyıla kadar halı gibi eşyalar sopayla dövülüp yıkanarak temizleniyordu. Bu şekilde temizlik yapmak oldukça zahmetli ve uzun sürüyordu. Mekanik bazı sistemler geliştirildi. Döner fırçalı ve kiri emen körüklü temizleyiciler kullanıldı.

İlk elektrikli süpürge İngiliz Hubert Booth tarafından icat edildi (1871 - 1955) Booth bu icadın ardından British Vacuum Company adlı bir şirket kurdu. (1901) Bu alet yakıtla çalışıyor ve taşıması oldukça zahmetli oluyordu. At arabaları sayesinde taşınan bu alet işçiler tarafından kullanılırdı. Pencerelerden uzatılan bir hortum sayesinde evlerin içinde temizlik yapılabiliyordu. Bu icat çok başarılı olmuştu ve çok iş yaptı.

1908 yılında Murray Spangler bu aletten çok daha hafif bir elektrikli süpürge üretti ve patentini aldı. Bunu üretebilecek mali gücü olmamasından ötürü William Hoover’ın şirketi tarafından üretildi ve piyasaya sürüldü.

- Resim Silinmiş.


Balonun Tarihçesi

- Resim Silinmiş.

Buhar sorununu bilimsel yönden geliştirmesinden ötürü Watt, bu devrimlerin kaynağı sayılmalıdır. Ondan önce Newcomen’in makinesi ağır ve zor ilerliyor, teknik yerinde sayıyordu. Watt’ın aracılığıyla bilimin işi ele alması üzerine bu yavaş gidişte birden bir canlanma görüldü. Tekniğin ilerleyişi bir devrim niteliğini aldı, olayların akışı büyük bir hız kazandı. Bilim, insanlık tarihinde üçüncü defa müdahalede bulunuyordu, ama bu müdahalesi, toplumda bundan böyle büyük bir rol oynayacağını kanıtlayacak nitelikteydi.
Şimdilik bütün rolü, yalnızca icat edilmiş bir makinenin geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesiydi. Ama bundan sonra tam tersine bir oluşumla karşılaşılacağı anlaşılıyordu. Çünkü bilim bazı dallarda tekniğin kendisinden önce davranmasına meydan vermeyecek kadar ilerlemişti. Artık mucite hangi yönün daha elverişli ve hangi bulguların daha yararlı olacağını bilim gösterecekti. Söz hakkı, usta teknisyenlerin değil, bilimsel düşünce ve deneylerle ilerleyen bilim adamlarınındı. Bu dönemin bilimi en çok gazlar konusunda, ilerlemiş bulunduğuna göre, en göz kamaştırıcı icadını da elbette bu alanda verecekti.


Bu döneme kadar “gaz teorisi”ni kuranlar fizikçiler olmuştu; yani gazların yalnız fiziksel özellikleri üzerinde durulmuştu. XVII. yüzyılın ortalarına doğru kimyacılar da bu konuya ilgi göstermeye başladılar, o güne kadar yalnız bir tür “hava” var sanılıyordu; o da soluk aldığımız hava; Fransa’da Lavoisier ve Berthollet; İngiltere’de Cavendish ve Priestley; İsveç’te Scheele; Rusya’da Lomonosov genel olarak kullanılan “hava” teriminin birçok gazları kapsadığını kanıtladılar; 1772′de Priesley, bu konuda yazdığı bir eserinde gazların bir dökümünü yaptı. Saydığı gazlar şunlardır: “ateş havası” (oksijeni kastediyordu.) “sabit hava” (karbonik gaz), “güherçileli hava” (azot bioksidi), “yanar hava” (hidrojen), “flogistikli hava” (azot) vb. Ayrıca bunların yanarlığı, yoğunluğu gibi özelliklerini de açıklıyor; “sabit hava”nın deney kabının dibinde kalan ağır bir gaz, “yanar hava”nın hafif ve uçucu olduğunu anlatıyordu.
Briestley’in keşiflerinin yarattığı heyecana kapılanlar arasında Etienne Montgolfier (1745 . 1799) adlı Annonayli bir Fransız da vardı. Tanınmış bir kâğıt fabrikatörünün oğlu olan Montgolfier, Soufflot ile birlikte Paris’te mimarlık öğrenimi gördükten sonra babasının fabrikasında çalışmak üzere ülkesine dönmüştü. Fransa’da bilimsel zekâsını kullanmak, yeni yöntemler keşfetmek ve Fransız kâğıtçılığına yenilikler getirmek fırsatını buldu.
Deneylere güvenen, zeki, metotlu ve sakin bir insandı. Bu kişiliğiyle de ağabeyi Joseph’in tam karşıtıydı. Kardeşi kadar yaratıcı ve parlak bir zekâya sahip olan Joseph (1740-1810), hayalci, iradeli ve ateşli bir gençti. Aslında bu iki zıt yaradılış birbirlerini tamamlıyordu. Joseph garip bir fikir ortaya attı mı, Etienne onu hemen dengeler, yoluna koyar ve uygulardı. Vivarais dağının doruğunda uçuşan bulutları kıskanmak, “suni bulut” meydana getirmeyi ve onun asılları gibi uçuştuğunu düşlemek ancak Joseph gibi birinin aklına gelebilirdi. Çevresindekiler varsın kahkahayla gülsünler… Buna bir Etienne gülmemişti; çünkü Priestley’in kitabında “havadan daha hafif ve daha ağır ofan gazlar” olduğunu okumuştu. Bunlardan biri, bir zarfa doldurulabilse havada yükselemez miydi?

Bu zarfın atmosferde, hiç değilse kendi yoğunluğuna eşit bir gaza rastlayıncaya kadar yükselmesi mantık gereğiydi. Hemen deneylere girişerek kağıttan bir kese yaptı, bunu demir parçaları üzerine sülfirik asit dökerek elde ettiği “yanar hava”yla (hidrojen) doldurdu. Kesekâğıdı bir süre uçtuktan sonra düştü. Gaz çok inceydi, kâğıttan geçip havaya karışmıştı. Daha elverişli bir gaz bulmak gerekliydi.
İki kardeş, bu defa nemli samanla yün yaktılar, çıkan gazla doldurulan kese tavana kadar yükseldi. Bu yükselişin nedeni, o günlerde sanıldığı gibi, saman-yün karışımının kimyasal bir özelliğinden ileri gelmiyordu. Isınan havanın daha hafif olduğunu İsviçreli fizikçi Horace de Saussure (1740-1799) o yıllarda kanıtladı.
Bu olaylar sırasında, iki kardeş ipekten paralelyüz biçiminde iki metre küplük bir zarf imal ettiler. Bunu sıcak havayla doldurunca uçtuğunu ve tavana gidip yapıştığını gördüler. Bu deneyden cesaret alarak yirmi metre küplük bir zarf imal etmeye koyuldular. Bu defa, deneylerini açık havada yaptılar. “Balon,” kendisini ateşin üstünde tutan ipleri kopartarak havalandı ve 300 metreye yükseldi. Böylece Montgolfier kardeşler kendilerini var güçleriyle çalışmalarına verdiler. Hemen 11.50 metre çapında, 750 metre küp hacminde yeni bir balon imal ettiler. Bu balon ambalaj bezinden yapılmış ve kâğıtla astarlanmıştı. 215 kilo geliyor, ayrıca 200 kilo da yük alıyordu. Başarılarının daha geniş yankılar yapması ve daha çok kişi tarafından izlenebilmesi için deneylerini Vivarais Meclisinin toplanacağı 5 Haziran 1783′te uygulamaya karar verdiler.
O gün bütün şehir halkı alanda toplanmıştı. Tam ortada içi boş şekilsiz bir balon durmaktaydı. Montgolfier kardeşlerden biri, resmi kişilere doğru ilerledi. “Sayın meclis üyeleri, bu büyük keseyi buharla dolduracağız. Az sonra göklere yükseldiğini göreceksiniz,” dedi. Kesenin altında samanla yün yaktılar. Seyirciler, kesenin kırışıklarının açılıp şiştiğini ve kusursuz bir küre biçimini aldığını gördüler. Bunu sekiz kişi zor zaptediyordu; derken ansızın bıraktılar! Kalabalığın soluğu kesilmişti. Balon yükselmeye başladı; 2.000 metre kadar gittikten sonra birden söndü ve hareket noktasından 4 km. uzakta bir bağa ağır ağır düştü.

Bu olay yalnız bilim dünyasında değil bütün dünyada büyük bir heyecan yarattı. Ezeli düş gerçek olmuş, ağırlık yenilmiş, insan dehası göklerin egemenliğini ele alarak bulutlarla, kuşlarla boy ölçüşür duruma gelmişti. Bilimler Akademisi, böyle olağanüstü bir olaya tanık olmak istedi. Deneyin masraflarını yüklenerek tekrarlanması için Montgolfier kardeşleri Paris’e çağırdı; bir yandan da uzmanları deneyin ayrıntılarını hazırlamakla görevlendirdi.
Jeolog Faujas de Saint-Fond deneye katılma kaydı açtı; yapımcı Anne-Jean Robert (1758-1820) balonun imalini ele aldı; tanınmış Fizikçi Jacques Charles (1746-1823) de girişimin bilimsel yönetimine atandı.

Özellikle gazların genleşmesi konusunda incelemeler yapmış olan Jacques Charles yalnız meslektaşlarının saygıyla eğildikleri bir bilim adamıydı. “Uçan bir makine” meydana getirme işiyle görevlendirildiğinde, bilimsel bir ruhla işe koyuldu ve sıcak hava yerine hidrojeni kullanmaya karar verdi. Ne yazık ki, Robert’in “Mariot Kanunu”ndan haberi olmadığından kusursuz bir küre biçimi vermek için balonu iyice doldurdu. 27 Ağustos 1783′te, Paris halkının yarısının toplandığı Champ-de-Mars’da toplar atılmaya başladı. Bu işaretle havalanan balon, bir anda 1.000 metreye yükselip bulutların arasında kayboldu. İnsan zekâsının bu ‘mucize’si karşısında kalabalık bağırıyor, haykırıyor, kucaklaşıyor, ağlaşıyordu. ne var ki, balon yükseğe çıkınca aşırı gerilmiş, patlamış ve Paris’ ten yirmi kilometre uzağa düşmüştü.

Bu sırada Etienne Montgolfier de, Paris’e gelmiş ve “Montgolfiere” imal etmeye başlamıştı. Bu yine küre biçiminde, altın renkli işlemelerle süslü mavi bir balondu. Altına bir kafes asarak içine bir koyun, bir horoz, bir de kaz koydukları balonu Versay sarayında kral, kraliçe ve saray mensupları önünde salıvermeye karar verdiler. Kararlaştırılan zamandan üç saat önce, sarayın parkları ve civar sokaklar görülmemiş bir kalabalıkla dolmuştu.
Saat ikide halatlar kesildi ve balon ‘yolcularını’ alarak havalanmaya başladı. On dakika sonra da Vaucresson koruluğuna indi. Herkes hayvanların yolculuğu nasıl geçirdiklerini öğrenmek için oraya koşuştu. Hedefe ilk varan Pilatre de Rozier, kafesi açınca hayvanlar sağ salim dışarıya fırladılar. Böylece atmosferin yüksek tabakalarının canlılar için solunuma elverişsiz olmadığı da kanıtlanmış oldu.. Bu gözlem gözü pek bir insan olan Pilatre’i çok heyecanlandırmıştı. İnsanların önlerinde açılan bu yepyeni egemenlik alanının kâşiflerinden yalnız hayvanlar olmasına gönlü razı gelmiyordu. Bu yeni dünyayı insan keşfe çıkmalı ve bu kişi de kendisi olmalıydı.
Pilatre yalnız gözünü budaktan sakınmaz kişi değil, aynı zamanda bir bilim adamıydı da. Montgolfierler onun verdiği ölçüler üzerine, 20 metre yüksekliğinde 16 metre çapında bir balon imal etmeye koyuldular. Sıcak havanın girdiği alt deliğin ağzına sorgun ağacından küçük bir bölme eklediler. Ocağı meydana getirecek olan saman yığınını buraya doldurdular. Deney günü yaklaştıkça sorumlu kişileri bir korkudur alıyordu. Bir insanın kendisini böyle çılgınca bir tehlikeye atmasına izin verilecek miydi? XVI. Louis, “Kurban olarak insan verilmek isteniyorsa, ölüme mahkum kişileri koşsunlar bu işe!” diye emretti. Pilatre bundan gocundu, “Göklere yükselme onurunu aşağılık canilere mi vereceğiz? Hayır, asla bu olmayacak,” diyerek dostlarından D’Arlandes Marki’si François-Laurent’ı kralı ikna etmeye gönderdi.
Deney günü saat 13′te balon gözü pek yolcusunu ve ona katılan D’Arlandes’i de alarak Muette bahçesinden havalandı. Balon ve yolcular 1.000 metre yükseklikten Paris’in üstünde dolaştılar. Sokaklar, balkonlar, hatta damlar insan almıyordu. Balon Butte-aux-Cailles’a yumuşak bir iniş yaptı. Yolcular, yer çekiminin bin yıllık zincirlerini kıran yiğit şövalyelere yaraşır bir zafer alayını artlarına takıp başkente döndüler.

- Resim Silinmiş.


Planörün Tarihçesi

- Resim Silinmiş.

İnsanlar uzun yıllar boyunca hep uçmanın hayalini kurdular. Bu hayal uğrunda birçok insan hayatını kaybetti. Farklı birçok araç icat edildi. Bu icatların en kullanışlısı ise günümüzde oldukça yaygın olarak kullanılan uçaklardır.

Uçağı icat edenler olarak Amerikalı Wright kardeşler bilinirler. Ancak fikir kendilerinden çıkmamıştı. Sadece daha önce bulunmuş ancak önemi kavranamamış bir buluşu geliştirmekti yaptıkları. Uçuşun asıl babası İngiliz George Cayley'dir. Cayley planörü icat etmiş ancak İngiltere'de birtürlü önemini kavratamamıştı. 1849 yılında dünyada ilk kez havadan ağır bir araçla insan uçuran kişidir. Cayley'den 50 yıl kadar sonra 1903 yılında Uzun mesafelere kesintisiz uçabilmeyi sağlayan Wright Flyer bulunmuştur.
Cayley'nin havadan ağır uçabilen araçlar yapma merakı 1784'te yapılan model helikopterleri görmesiyle başladı. 1799 yılında ilk sabit kanatlı uçağını yaptı. 1804 yılında küçük bir model uçak üretti ve 1809 yılında orjinal boyutlarında olanını üreterek uçurdu. Uzun yıllar boyunca çeşit çeşit model uçaklar üretti ve bu hevesinden hiçbirzaman vazgeçmedi. Her zaman aklında olan insanlı uçakları yapabilmek için uğraştı ve 1849 yılında yaptığı bir model ile 10 yaşında bir çocuğu uçurabildi. Bu tarihteki havadan ağır bir araçla ilk insanlı uçuş olarak bilinir.

1853 yılında bir uçuş gerçekleştirdi ki bu kendisine uçuşun babası ünvanını kazandırdı. 1852 yılında Mechanics' Magazine dergisinde yetişkin bir insanı taşıyabilen tek kanatlı planörünü tanıttı. Cayley, arabacısı olan John Appleby'i uçması konusunda ikna etti ve ilk defa ipsiz olarak uçurdu. Ancak Appleby ne kadar büyük bir işe imza attığının farkında değildi.

- Resim Silinmiş.
 
Son düzenleme yönetici tarafından yapıldı:
Kayıt
27 Nisan 2007
Mesajlar
7.427
Beğeniler
0
Şehir
In Dem Kampus
Uçak Tarihçe

- Resim Silinmiş.

Uçak, çok uzun çalışmalardan sonra yapılabildi. Bu alandaki gelişmelerin yavaş olmasının başlıca nedenleri, uygun bir motor bulunamaması ve uçağı, kuş uçuşlarına dayandırma çabalarıydı. «Orni-topter» denen kanat çırpan hava taşıtları üstündeki çalışmalar, büyük zaman ve emek ziyanına yolaçtı. Ama 1804 yılında George Cayley, bir PLANÖR yaptı ve en az iki ayrı planörle uçmayı başardı. Uçma deneylerine girişen ilk havacıların büyük bir bölümü, uçaklarının denetlenebilirliği yerine, doğal dengeyi dikkate alma yanlışlığını yaptılar. 1890 yıllarında 90-230 m' lik planör uçuşları yapmayı başaran Otto LİLİENTHAL bile, yalnızca beden hareketleriyle uçağını denetlemeyi denedi ve planörün yükseklik dümenine bağlı bir beden bağı üstünde çalışmaya, ancak ölümünden (1896) bir yıl önce başladı.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında A.B.D'nde, İngiltere' de ve Almanya'da pek çok uçuş denemesi yapıldı. Ne var ki bunlar, dağınık ve başarısız deneyler olmaktan öteye geçemedi. Octave Chanute'un, havacılık konusunda kanıtlanmış bilgileri toplayıp isteyenlere aktarmasına kadar, havacılar arasında bilgi alış verişi yapılmadı. Chanute, 1896 yılından başlayarak, A.B.D' nde hem uçak yapımı üstünde çalıştı, hem de hareketsiz kanatlı uçuş ilkelerini yaymaya başladı. 1903'te de Paris'te havacılık dersleri verdi.

Hareketsiz kanatla uçuş ilkelerinden bazıları, 1809 yılında Cayley tarafından açıklanmıştı. Cayley, itiş gücü, hava direnci ve kaldırma kuvveti konusunda açıklamalar yaparak, eğimli AEROFOİL'in, düz levha biçimli kanattan üstün olduğunu belirtti. 1899 yılında Wright kardeşlerin yaptığı ilk planöre, yanal denetim için kablolarla bükülebilen kanatlar takıldı. Buna karşılık. A.B.D'nde S.P. Langley ile Fransa ve İngiltere'de bu konuda çalışan ilk havacılar, pek başarılı olamadılar. 1903'te uçan Wright kardeşler bile. kanat hareketlerinin yeterli olmadığını anlamalarına karşın, uçak kumandaları konusunda tam bir çözüm bulamadılar.

Wright'ların motorlu uçuşu gerçekleştirmelerinden önce, pek çok değişik proje yapıldı. Bunların en önemlisi, 1842'de W.S. Henson tarafından tasarlanan «buharlı hava araçlaydı. Söz konusu uçakta, bir kuyruk takımı, kutu-uçurtma biçimli kanatlar ve kalkış -inişte kullanılacak üç tekerlekli bir iniş takımı olacaktı. Kiriş ve nervürlerle yapılmış 46 m açıklıklı kanatları ve iki tane altı palalı pervanesi olması öngörülmüştü. Ama bu uçak yapılamadı. 1894 yılında Hiram Maxim, 3.5 tonluk bir aygıtı, iki buharlı motordan sağlanan 360 beygirgücü kullanarak kaldırdı. Fransa' da Temple de la Croix, Penaud ve Ader gibi havacılık öncüleri, burulmuş lastik, zemberek mekanizması ve buharlı motorları, model uçaklar üstünde denediler. İngiltere'de H.F. Phillips, Cayley'in eğimli kanat ilkesi üstünde yeniden çalışmaya başladı ve basınç ile kaldırma kuvvetinin, kanadın alt ve üst yüzeylerindeki dağılımını açıkladı.

Bütün bu çalışmalar konusunda bilgi' toplayan Wright kardeşler, uygun buldukları düşünceleri uygulama alanına koymaya karar verdiler. Aynı zamanda, itiş-kaldırma güçleri arasındaki ilişki, pervanelerin etkileri, direnç, basınç ve yapım konusunda kendi hesaplarını da sürdürmekteydiler. Üçüncü planörlerinde, istedikleri gibi bir gövde yapmışlardı. Bundan sonra, uçaklarına güç verecek bir otomobil motoru aramaya başladılar. Ne var ki, istedikleri güç - ağırlık oranında bir otomobil motoru bulunmadığından, yeni bir motor yaptılar ve ilk motorlu uçuşlarını 17 Aralık 1903'te gerçekleştirdiler. Aynı yıl iki ay kadar önce, gene benzin-li bir motorla uçan ve CM. Manly tarafından kullanılan, S.P. Langley'in yaptığı uçak, katapult mekanizmasında ortaya çıkan bir arıza nedeniyle Potomac ırmağına düşmüştü. Wilbur ve Orville Wright'ın uçuşuysa, büyük bir başarıyla sonuçlandı.

Wright kardeşlerin başarısı, dünyanın başka bölgelerinde pek dikkat çekmedi. Ama onlar, çalışmalarını sürdürdüler ve 1905 yılında üçüncü uçaklarını yaptılar. Öncekilerden daha başarılı olan bu uçakla, saatte yaklaşık 61 km'lik bir hızla 38 km'lik bir uçuş yapıldı. Söz konusu uçuşu izleyen iki buçuk yıl, Wright kardeşler, A.B.D. ve İngiliz hükümet yetkilileriyle yaptıkları gizli görüşmeler ve sırlarının başkaları tarafından çalınacağı konusu nedeniyle çalışmalarını durdurdular. 1908 yılında Wilbur Wright,iş alanı' aramak için Avrupa'ya gitti; Orville Wright'sa, askerî uçuş deneyleri hazırlıkları için A.B.D'nde kaldı.

Bu arada, Avrupa'da da, planör uçuşu öncülerinden Chanute'un çabalarıyla yeni çalışmalara başlanmıştı. Fransa'da uçuş çalışmaları sonradan ünlü bir ad olan Esnault-Pelterie'nin öncülüğünde yapılmaktaydı; ama Wright planörü örnek alınarak yapılan ilk modeller başarısız olmuştu. İngiltere'de S.F. Cody, insan kaldıran uçurtmalarla çalışmalara başlamış ve pek etkili olamayan bir planör yapmıştı. Bundan kısa bir süre önce de, Fransa'da, Leon Levavasseur, kanadı kuş kanadına benzeyen bir uçak yaptı.

İlk uçak fabrikası 1905 yılında Billancourt'da (Fransa) Voisin kardeşler tarafından kuruldu. Voisin kardeşler, kendi planörlerini yapmanın yanı sıra. başkalarından da sipariş alıyorlardı. Ama Avrupa'da hâlâ denge üstünde durulmaktaydı. Bir süre sonra, Brezilyalı havacılık öncülerinden Santos-Dumont, hava gemileriyle (balonlar) çalışmalarını bir yana bırakıp, tek ve çift yüzeyli uçaklarla ilgilenmeye başladı. Du-mont'un 1906 yılında kuyruk takımı önde olan ve motorun itme verdiği bir çift yüzeyli uçakla uçmasından sonra, 1909 yılında İngiltere'de A.V. Roe, çekişli bir çift yüzeyli, J.W. Dunne da, dünyanın ilk geriye eğik kanatlı uçaklarını yaptılar. Ne var ki, bunlarda da denge Ön plana alınmıştı. Bir yıl kadar sonra F.W. Lanc-hester, Newton ve Bernoulli'nin hidrodinamikte yaptıklarını, aerodinamikte gerçekleştirdi ve kanat yüzeyleri üstündeki hava akımı kuramını ortaya koydu.

Wright kardeşler, 1909 yılma kadar çeşitli gösteri uçuşları yaparak, havacılık çalışmalarını hızlandırmışlardı. A.B.D'nde Gleen Curtiss adlı bir havacı, hem gövdesini, hem de motorunu kendisi yaptığı, kanat ucuna takılan yanal denetim sağlayan kanatçıklı «Ju-ne Bug» adlı uçağı geliştirdi. Avrupa'daki uçak yapımcıları, Henri Farman dışında, kanat uçlarının eğilme-siyle ya da kanatçık takılmasıyla denetim konusunda Wright kardeşlerin izinden gittiler. Çeşitli tiplerde yeni uçaklar yapıldı. 1909 Reims havacılık seıgisinde' 30'u aşkın uçak sergilendi. Yapılan yarışmalarda, Cur-tiss'in «June Bug» tipine benzeyen bir uçak, saatte 77 km'yle hız yarışmasını, bir Antoinette, 155 m yükseklikle, yükseklik yarışmasını ve bir Farman tipi de, 180 km'yle mesafe yarışmasını kazandılar. Aynı yıl, Ble-riot, küçük motorlu ve tek yüzeyli uçağıyla Manş denizini geçip İngiltere kıyılarına inerek, uçakların yalnızca tehlikeli oyuncaklar olmadıklarını kanıtladı.

Wright uçak tiplerinin yaygınlıklarını korumalarına karşılık, 1910 yıllarında Wright'larm bu alandaki etkileri azaldı ve çeşitli ülkelerde bağımsız modeller ortaya çıkmaya başladı. En yüksek performanslı uçakların çift yüzeyliler olmasına karşılık, tek yüzeyli uçaklar üstündeki çalışmalar da sürdürüldü. 1910 yılında junkers Almanya'da, tellerle tutturulmak yerine, gövdeye takılmış, konsol kanat tipinin patentini aldı. Bundan bir yıl sonra, gene bir Alman uçağında, yeni bir gelişme denendi ve iniş takımlarının uçuş sırasında gövde altına alınabilmesini sağlayan bir mekanizma yapıldı. Aynı günlerde, İngiltere'de, Farnborough' daki Kraliyet uçak fabrikasında oleo tipi (yağlı bir amortisör içeren teleskopik geçmeli iniş dikmesi) bir iniş takımı tasarımı yapıldı. Bütün bu gelişmeler, uçak
yapımında, ağaç ve tel yerine metallerin kullanımına doğru bir geçişi gösteriyordu. Uçak yapım alanındaki öteki gelişmeler de, çekiş gücü veren motorların, kanatların, kuyruk takımının ve iniş takımlarının ta-kılabileceği silindir biçimli gövdelerin ortaya çıkışı oldu. Böylece, pilot, yolcular ve motor da hava akımından daha iyi bir biçimde korunabilmekteydi.

Uçakların askeri amaçlarla kullanılabilecekleri de ortaya çıkmıştı. Başlangıçta, askerî uçakların yalnızca keşif görevlerinde yararlı olabileceği düşünüldü. Ama. yolcu taşıyan uçakların başka yükler de taşıyabilecekleri açıktı. Öte yandan, uçakların akrobatik hareketleri havada kolayca vapabilecekleri, Birinci Dünya savaşından çok önce gösterilmişti. Söz konusu savaş sırasında, Almanya, Fransa ve İngiltere'de yapılan uçak modellerinde büyük gelişmeler görüldü ve küçük motorlu, kutu-uçurtma kanatlı uçaklar tarihe karıştı. Fokker firması, Almanya'da Morane Parasol'un üstten kanat, Jünkers'in de konsol kanat düşüncelerini bir araya getirip, bir dizi tek yüzeyli uçak yaptı. İngiltere çift yüzeyli uçaklardan vazgeçmedi ve 1917'den sonra, çok etkili çift yüzeyli avcı ve bombardıman uçakları yaptı. Bu sırada Almanlar, daha önce A.B.D' nde benimsenmiş olan, güçlendirilmiş kanat kaplamalarını konsol kanatlara uygulamaya başladılar. İngiltere en sonunda tek yüzeyli uçaklara geçti; ama gövde yapımında kendi buluşu olan jeodezik yapımı kullandı. Bu, alüminyum şeritlerden oluşturulmuş bir tür sepet örgüsüydü ve gerilimleri önce kaplamaya aktarıyor, sonra da yüzeyin her noktasına dağıtıyordu. Savaş hasarlarına karşı çok dayanıklı olduğu kanıtlanan bu yapı, çok ağır oluyor ve metal kaplama yerine kumaş kaplama gerektiriyordu. Güçlendirilmiş kaplama tekniğinin çok daha iyi sonuç verdiği ortaya çıkınca, bu yapı da kullanılmaz oldu.


- Resim Silinmiş.


Akvaryumun Tarihesi

- Resim Silinmiş.

Akvaryum kelimesinin kökeni Latince su anlamına gelen aqua sözcüğü ile yer, bina anlamına gelen -rium son ekinin birleştirilmesiyle oluşan aquarium

Kapalı ve yapay ortamlarda balık bakılması, tarihi çok eskilere dayanan bir uygulamadır. Antik uygarlıklardan Sümerlerin, yakaladıkları balıkları yemek için hazırlamadan önce havuzlarda tuttukları bilinir. Koi ve japon balığının sazan balığından türetilmesine yaklaşık 2000 yıl önce başlandığı sanılmaktadır. Mısır’da Oxyrhynchus kazıalanında bulunan kalıntılarda Eski Mısır sanatına ait, dikdörtgen tapınak havuzları içinde kutsal balıkların beslenmesine dair çizimlere rastlanmıştır. Birçok kültürün tarihinde hem işlevsel hem de dekoratif nedenlerle balık beslendiğine rastlanır. Çinliler, Song hanedanı döneminde büyük seramik kaplar kullanarak japon balıklarını iç ortama taşımıştır.

- Resim Silinmiş.

İçinde bulunan balıkların gözlemlenebileceği, saydam ve kapalı bir su tankından oluşan, içeride tutulabilecek bir akvaryum fikri, görece yakın geçmişte ortaya çıkmıştır ancak bu gelişmenin tam tarihini bulmak oldukça güçtür. 1665 yılında günceleriyle tanınan Samuel Pepys, Londra’da "bir su kabında tutulan ve orada yaşayabilen, üzerinde yurtdışından getirildiği yazan oldukça ender rastlanan bir güzelliğe" rastladığını yazar. Peppys’in gördüğü balık büyük olasılıkla o zamanlar Doğu Hint Şirketi tarafından ticareti yapılan, Çin’in Kanton bölgesinde Guangzhou’da bulunan bir bahçe balığı olan cennet balığıydı (Macropodus opercularis). 18. yy.'da biyolog Abraham Trembley, Hollanda’da bulunan hidraları incelemek amacıyla büyük camdan silindirlerde tutmuştur. Suda yaşayan canlıların cam kaplarda beslenmesi kavramı bu döneme dayanmaktadır.

kelimesidir.
1851 yılında Büyük Fuar’da dökme demirden çerçeveler içinde süslü akvaryumların yer almasından sonra Birleşik Krallık’ta akvaryumda balık beslemek yaygın bir hobi hâline gelmiştir. Çerçeveli camdan yapılan akvaryumlar 1830’larda uzun deniz yolculukları sırasında egzotik bitkileri korumak için Britanyalı bahçıvanlar için geliştirilen sırlı Ward kasasının özel bir çeşidiydi. 19. yüzyıl akvaryumlarının metal alt paneli sayesinde içindeki su altında yakılan ateş ile ısıtılabiliyordu. Akvaryuma ilgi konusunda Büyük Britanya ile yarışan Almanya’da yüzyılın başında Hamburg, Avrupa’ya birçok yeni akvaryum balık türünün giriş noktası olmuştur. I. Dünya Savaşı’ndan sonra yerleşim yerlerine elektrik verilmesinden sonra akvaryumlar daha da yaygınlaştı. Elektrik ile birlikte yapay ılıtma, havalandırma, filtreleme ve ısıtma gibi akvaryum teknolojisi büyük ilerleme kaydetti. Hava taşımacılığı ile birlikte birçok uzak bölgeden yeni türlerin getirilmesi akvaryumda balık beslemeye ilgi duyanların sayısının artmasını sağlamıştır.

Dünya çapında yaklaşık 60 milyon kişinin akvaryumda balık beslediği ve daha fazla sayıda akvaryum bulunduğu tahmin edilmektedir. Özellikle Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika’da akvaryum hobisi yaygındır. ABD’de akvaryum sahiplerinin %40 gibi önemli bir çoğunluğunun iki ya da daha çok akvaryumu bulunmaktadır.


Türkiye’de akvaryum hobisi görece yeni olup kırk ile elli yıllık bir geçmişe dayanır. Özellikle 1980’lerde yurtdışından yabancı ve egzotik balık türlerinin ithal edilmesiyle birlikte ilgilenen sayısının artması ile günümüzde akvaryum ile uğraşanların 200.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.


Mikrodalga Fırın Tarihçesi

- Resim Silinmiş.

Percy LeBaron Spencer'ın mikrodalgaların mutfakta kullanım potansiyelini, cebindeki çikolatalı fıstıklı gofreti erimiş halde bulduğunda keşfettiği söylenir mikrodalga yayan ve magnetron adı verilen bir aygıtın önünden az önce geçmiş ve çikolatayı eriten şeyin o olup olmadığını araştırmaya karar vermiş. İçi boş magnetron, 1940'ların başlarında, Sir John Randall ve Dr. H.A.H. Boot adlı fizikçiler tarafından, uçak radarlarında kullanılacak mikrodalga üretme aracı olarak geliştirilmişti İki fizikçi, icatlarının patentini 1947'de alacaktı. Bu yeni radar teknolojisi, savaş dönemi müttefiki ABD ile paylaşıldı Başkan Roosevelt, kavite magnetronunun taktik öneminin çok iyi farkına vararak, onu "Kıyılarımıza ulaşmış en iyi kargo" olarak tanımladı.

Newton'daki Raytheon Manufacturing firmasında çalışan Spencer,aygıtta birçok değişiklik önerdi sonuçta, beklendiği gibi magnetron üretim sözleşmesini Raytheon firması kazandı.

Bugün artık ısı yayımından çok, moleküllerin ayrımıyla gerçekleştiği bilinen mikrodalga ışının ısıtma etkisini fark eden Spencer araştırmasını daha da derinleştirdi. Mikrodalga ışının önüne bir torba mısır koydu ve saniyeler sonra bir torba patlamış mısır elde etti. Ardından, çaydanlığın yan tarafına bir delik açıp magnetrondan çıkan mikrodalga ışınını deliğin içine yönlendirerek dünyanın ilk mikrodalga fırınını yarattı.

Çaydanlığın içine yerleştirilen bir yumurta o kadar çabuk pişti ki, sonunda görkemli bir şekilde patladı bu gösteri Spencer'ın buluşunu geliştirme yolunda çalışmaya başlama konusunda Raytheon'u ikna etmeye yetecekti.

Spencer, 8 Ekim 1945'te, "gıda Maddelerini işleyen bir yöntem" için patent başvurusu yaptı. Bu buluşun patenti 1950 yılında onaylandı. 1946 yılında Boston'daki bir restorana mikrodalga fırının ilk prototipini yerleştirdi. Prototip başarılı olunca, Raytheon ilk ticari mikrodalga fırınını Radarange adıyla 1947 yılında üretti.

- Resim Silinmiş.


Yeldeğirmeni Tarihçesi

- Resim Silinmiş.

Yeldeğirmeni, enerji üretmek için rüzgar gücünden faydalanarak çalışan büyük pervaneli çarklı makine.
Çok eski zamanlardan beri yeldeğirmenleri, buğday öğütmek ve sumekanik güç elde etmekte kullanılmıştır. Hollanda'da bulunan yeldeğirmenleri, karayı denizden ayırmak için su pompalamakla görevlidir. Gelişmekte olan ülkelerde halâ önemli güç kaynağı olmalarına rağmen endüstri bakımından gelişmiş ülkelerde rolleri azalmıştır. Elektrik enerjisi kaynağı olarak kullanılan ilk yeldeğirmeni 1890 yılında Danimarka'da yapılmıştı.Bu tarihten sonra rüzgârla çalışan değirmenler küçük ev ve çiftliklere elektrik sağlamak için kullanılmıştır. pompalamak gibi işler için
Yel değirmeninin model ve çalışması rüzgârın hızına, yönüne ve yüksekliğine bağlıdır. Rüzgârın saatteki hızı ortalama 29 - 40 km olan yerler yel değirmenleri için uygundur. Saatte 8 km hızı olan hafif rüzgârlar yel değirmenini çalıştıramazlar, güçlü rüzgârlar ve fırtınalar ise yel değirmenini hasara uğratabilirler.
Yeldeğirmenleri genel olarak rüzgârla dönen bazı parçalardan meydana gelir. Başlıca iki çeşidi vardır; yatay eksenli ve dikey eksenli yeldeğirmenler.

- Resim Silinmiş.
 
Son düzenleme yönetici tarafından yapıldı:
Kayıt
27 Nisan 2007
Mesajlar
7.427
Beğeniler
0
Şehir
In Dem Kampus
Tekerlek Tarihçesi

- Resim Silinmiş.

Tekerlek, bir eksen etrafında dönen bir disk veya dairevi bir çatı vasıtasıyla dönme hareketi yapabilen mekanik bir düzen. Tekerlekle elde edilen dönme hareketi makinanın temelidir. Öyle ki makinalaşmış medeniyetin onsuz gelişebilmesi düşünülemezdi. Tekerleğin keşfi çok eski zamanlara uzandığından zaman içinde sayısız kullanma alanı ortaya çıktı. Önce kara taşımacılığında yeni bir devir açtı. Sonraları bir seri değişikliklerle işçiliği azaltmak, verimi arttırmak, taşıma hayvanının ve insanın sınırlı kas gücü kapasitelerine destek olan güç kaynaklarının yerini almak üzere makinalar geliştirildi.

Tekerlek prensibinden geliştirilen sadece birkaç düzeni zikretmek bile tekerleğin yol açtığı gelişmenin, boyutları hakkında bir fikir verir. Dönen miller, makara ve kasnaklar, dişliler, volanlar ve diğer düzenler,türbinler, içten yanmalı motorlar ve elektrik motorları gibi karmaşık düzenler, sıkça kullanılan tekerlek prensibinden geliştirilmiş mekanizmalardan sadece bir kısmıdır. Bunlardan bazısı vinç ve dairevi testerelerde olduğu gibi gücün doğrudan çalışma noktasına uygulanmasını sağlar. Diğerleri, tabii güç kaynaklarını yel değirmeni ve dinamoda olduğu gibi aktarılabilen şekillere dönüştürür.

- Resim Silinmiş.

Tekerleğin çalışması sonsuz sayıda kaldıraç gibi düşünülerek açıklanabilir. Mesela at arabası tekerleğinde yere değen çember dayanak noktası olmak üzere her parmak bir kaldıraçtır. Lokomotifteki tekerlekteyse dingil dayanak noktası olmak üzere yarıçapın ortasında bir yere bağlanan kol, gücü tekerlek çemberine aktarır. Dingilin sabit olması halindeyse tekerlek çemberine uygulanan kuvvet, bağlanan kolu hareket ettirir. Çeşitli dişli takımları, gücü ve hızı yarıçap uzunluklarıyla orantılı olarak değiştirir. Tekerlek, yükü ileriye çektiği gibi sürüklenen bir cismin aksine sürtünmeyi de azaltır. Böylece at veya insan, sırtında taşıyabileceğinden çok fazlasını çekebilir.
İlk Tekerleğin Tarihçesi Tekerlek hakkında ilk bilgi, milattan 3500 yıl önce Sümerlerin kullandığı iki tekerlekli araba olarak belirlenmiştir. Diğer bütün keşifler gibi tekerleğin keşfinde de daha önceden bilinen düzenlerin rolü olmuştur. 2000 yıl süreyle büyük ağırlıkların taşınması için yuvarlak cisimler kullanılmış, yükler hayvanlar tarafından sürüklenen ağaç gövdeleri ve kızaklar üzerinde nakledilmiştir. Bu tip kızaklar altındaki gövdelerin kılavuzlarla gönderilmesi taşımayı büyük ölçüde geliştirmiş daha sonra kılavuzların karşılaştığı güçlükleri kaldırmak için gövdenin ortası inceltilmiştir. Böylece gövdenin iki tarafında ilk tekerlekler elde edilmiştir. Nihayet sabit dingillere takılıp serbestçe dönebilen tekerlek tipine ulaşılmıştır. Arkeolojik Yakın Doğu olduğu anlaşılmaktadır. Tekerlekli araçlar Sümerlerde M.Ö. 3500, Asurlularda M.Ö. 3000, İndüs bilgilere göre tekerleğin menşeinin Vadisinde M.Ö. 2500, Orta ve Kuzey Avrupa'da M.Ö. 1000 ve İngiltere'de M.Ö. 500 yıllarında bilinmekteydi. Bu sıra, tekerleğin tek bir menşe'den yavaş yavaş Eski Dünya'ya yayıldığını göstermektedir.
İlk tekerlekli araçların birçok mahzurlu yanları olduğundan sınırlı kullanma alanları vardı. Dört tekerlekli araba da hemen iki tekerlekli kadar eskidir. Bunlara hareketli bir ön dingil takılana kadar bütün gövde kaldırılmak suretiyle yönlendiriliyorlardı. Ayrıca kullanılan öküz veya eşeklerle hız çok azdı. Ancak M.Ö. 2000 yıllarından sonra daha süratli olan atın, Asya steplerinden Mezopotamya'ya gelmesinden sonra iki tekerlekli araba bir savaş aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Tekerleğin bir makinaya ilk uygulaması değirmen taşı akan bir suya karşı konulmuş su dolabıyla döndürülmesidir. Bu düzen Yakın Doğudan M.Ö. 1. yüzyılda yayılmış çok geçmeden basit dişliler ilave edilerek ilk un değirmenleri yapılmıştır. Bundan sonra tekerleğin kullanıldığı yerler gittikçe genişlemiş, su dolabıyla işleyen mekanik çekiçler, maden öğütme değirmenleri ve dirsekli millerle körükler ve yel değirmenleri geliştirilmiştir.
Dişli çarkların bulunmasından sonra saat mekanizması gibi daha karmaşık sistemler yapıldı. Zamanla bu hususta büyük gelişmeler oldu.



Fotoğraf Makinesinin Tarihçesi

- Resim Silinmiş.

“Fotoğraf, ışığın kaydedilmesi anlamına geliyor. İlk fotoğraf makinesi, önü mercekli ışık geçirmez kutuydu. 1802’de İngiltere’de Thomas Wedgwood, gümüş nitratlı kağıt ya da deri üstüne görüntü kaydetti ama görüntü sabitleşmedi. 1827’de Niepce, duyarlı levha üzerine ilk görüntüyü saptadı. Bir manzara resmi için, duyarlı tabakaya poz süresi sekiz saatti. Ressam Daguerre, bir ucunda mercek, öbüründe buzlu cam olan karanlık kutuda görüntü elde edip taslaklarını bunun üstüne yapıyordu. Daguerreotype adıyla anılan yöntemi dünyaya yayıldı. 1840’larda ABD’de her kentte bir daguerreotype sanatçısı vardı. 1840’da Talbot, fotoğraf kağıdının duyarlığını arttırdı. Fotoğrafçılıkta devrim, cam negatiflerin elde edilmesini sağlayan işlemle oldu. İngiliz Archer, cam negatiften fotoğraf kağıdına baskı yaptı. 1868’de trikromi yoluyla renkli baskı olanağı sağlandı. 1887’de Rahip Hannibal Goodwin, gümüş bromür emülsiyonlu selüloit film önerdi. 1889’de Eastman Kodak Company tarafından makaralara sarılmış ve yaprak filmler çıkarıldı. Ateşe dayanıklı asetat çıkınca cam film tümden kalktı. 1935’de ilk renkli film, 1940’larda anında baskı polaroid bulundu. Digital görüntü kaydına ulaşan süreç fotoğrafı geniş kitleye taşıdı.”
İlk başlarda anları dondurmaya yarayan fotoğraf makineleri (o zamanların deyimi ile kara kutular ) daha sonraları bir sanat dalı olmaya başlamış. O günlerden bugünlere uzanan fotoğrafçılık sanatı, şimdi dijital fotoğrafçılık olarak adlandırılıyor. Bu kısa özgeçmişten sonra, fotoğrafçılığın dijital olanına bir göz atalım bakalım.

GÜNÜMÜZDE DİJİTAL FOTOĞRAFÇILIK




Onları her seferinde resim çekerken makinenin vizöründen değil, arkasındaki küçük ekrana bakmalarından tanıyorsunuz. Evet, onlar dijital fotoğraf makineleri ile resim çeken fotoğrafçılar. Artık kimse 36 poz bekleyip filmini tab ettirmek için uğraşmıyor ya da fotoğrafçılık sanatına özenip kırmızı loş ışıkta zaman geçirmek istemiyor. Devir hız devri, çektiği fotoğrafları anında görüntüleyip üzerinde ayar yapmak veya bu resim olmamış deyip çekilen ve beğenilmeyen resmi silip anında yenisini çekmek dijital fotoğraf makineleri ile mümkün. Bu hem dijital fotoğrafçılığı kolay ve eğlenceli kılıyor, aynı zamanda maddi ve manevi bakımdan iyilikler içeriyor.

Basit bas ve çek modeller:
Doğru objectif ve algılayıcılarla donatılmışlarsa, iyi sonuç verebilirler. Netleme ve pozlama otomatik olduğundan, konuya yöneltilip deklanşöre basılması yeterlidir. Görüntü kontrolü açısından fazla seçenek sunmasalar da , en ucuzlarının bile genelde beyaz ayarı vardır. Genellikle son derece az yer kaplar, hatta gömleğinizin cebine bile kolayca sığar.

Gelişmiş bas ve çek modeller
Benzer şekilde gerekli ayarları çoğunlukla otomatik yaparlar ancak bu tür makinelerin pozlama telafisi , daha gelişmiş beyaz ayarı, sınırlı manuel ayar gibi bazı ek özellikleri kullanımlarını biraz daha esnek kılar. Görece daha ucuz sayılabilecek bu makineler dijitale iyi bir başlangıç olabilir.
Gelişmiş kompakt modeller
Çok kapsamlı ayarları, bu makineleri iyi 35mm fotoğraf makineleriyle aynı klasmana oturtur. En önemli farkları objectif içinden görüntü veren vizörleri (ki likit kristal ekranları eşdeğerde görüntüler sağlar ) ve değiştirilebilen objektiflerinin olmamasıdır. Gerektiğinde tam otomatik olarak, bas ve çek modunda da kullanılabilirler. Çoğu bas ve çek fotoğraf makinesinden daha büyük olurlar, özel tasarlanmış aksesuar ve ekleme objektifleriyle bu makineler çok yönlü kullanılabilirler.
Kompakt refleks tipi modeller
Küçük boyutlu 35mm refleks makineleri andırırlar. Genelde uzun odak uzaklıklı zum objektifleri olan bu fotoğraf makinelerinin telefoto yetenekleri mükemmeldir. Tıpkı gelişmiş kompakt fotoğraf makineleri gibi, bu makinelerde de 35mm reflekslerdeki tüm ayarlar bulunur. Objektif içinden bakılan vizörleri genelde elektroniktir. Vizöre baktığınızda büyütülmüş, yüksek kalitede bir likit kristal ekran görürsünüz. Bu size algılayıcının tam olarak ne gördüğünü gösterir ve bir dereceye kadar pozlamayı ve rengi değerlendirmenizi sağlar. Bu makineler tam otomatik olarak da kullanılabilirler.
Değiştirilebilir objektifli refleks modeller
35mm refleks makinelerin sağladığı tüm kontrollerin yanında değiştirilebilir objektifleriyle geniş olanaklar sunarlar. Diğer dijital fotoğraf makinelerine göre oldukça büyüktürler. Tam anlamıyla fotoğraf çekimini kontrol altında tutma, en ileri görüntü algılayıcı ve işlemci teknolojileri ve yüksek düzeyde parazit kontrolü, özelliklerinden sadece birkaçıdır. Aynı tasarımı yüzünden algılayıcı “canlı” görüntüler sağlayamadığından, makinenin arkasında yer alan likit kristal ekran sadece kareleri gözden geçirmek amacıyla kullanılabilir.


Saatin Tarihi

Saatlere anlamlar yükleyip modern hayatın bizi nasıl kıskıvrak yakaladığından filan şikâyet etmeye hakkımız yok, dünyadaki ilk günlerinden beri insanlar bir şekilde zamanı ölçmeye çalışmışlar. Yani aynen saçlarımız gibi saate olan merakımız da atalarımızdan miras kalmış. Güneşin gökyüzündeki hareketlerine bakmışlar, gölgeleri izlemişler, üzerinde işaretler olan ve yandıkça işaretleri silinen mumlar denemişler, yağı bittikçe zamanın geçtiğini anlatan gaz lambaları ve kum saatleri yapmışlar. Uzak Doğu’da, yakılan tütsünün ne kadarının bittiğine bakılırmış.

Su saatleri, hava bulutlu olduğunda çalışmam diye tutturmadığından daha tutarlı ölçümler yapılmasını sağlamış. İlk su saati, milattan önce 1500’de gömülen firavun 1. Amenhotep’in mezarında bulunmuş. Antik Yunanistan’da da milattan önce 325’ten beri su saatleri yapılırmış. Yunanlar, su saatine “su hırsızı” dermiş. Taştan yapılan su saatlerinin içine işaretler kazınırmış ya sürekli aynı hızda damlayan suyun içlerine dolmasıyla ya da içlerindeki suyun boşalmasıyla zamanı bildirirlermiş.

Başka bir su saati de su dolu bir küvetin içine altı delinmiş metal bir kova konarak çalışıyormuş. Minik delikten su almaya başlayan kova, batmaya başlıyor ve belirli bir zaman sonra tamamen batıyormuş. Su saatleri, önceden sadece geceleri kullanılırmış ama güneş saatlerinden daha güvenilir oldukları anlaşıldıktan sonra gündüzleri de kullanılır olmuş. Tabii bunu düşünenler yanılıyormuş, bunun anlaşılması uzun sürmemiş.

Suyun akışını belli bir tempoda tutmak, o zamanın teknolojisiyle çok zor olduğundan, suyun miktarına göre zaman belirleyen mekanizmalardan kısa sürede vazgeçilmiş ve daha tutarlı sistemler aranmaya başlanmış. Modern teknolojinin artık devreye girmesi gerekiyormuş. Bir süre modern su saatleri de yapılmaya çalışılmış ama geleceğin mekanik saatlerde olduğu sonunda anlaşılmış.

Quartz kristalli saatler, hâlâ popüler ve ucuzdur. Fiyatlarına göre başarılıdırlar ve arada bir biraz geç kalsalar da herkesin koluna takabileceği saatlerdir. Üstelik atalarına göre epey gelişmişlerdir. Örneğin, ilk mekanik saatlerde bırakın saniyeyi, dakika bile yoktu. 12 saatte bir başa alınmaları ve kurulmaları gerekiyordu. Saatlerin taşınmasının sebebi zamanı göstermeleri değil, şık kabul edilmeleriydi ve ilk mekanik saatler, saati pek de doğru düzgün gösteremiyordu. Duvar ve masa saatlerinde başarı sağlanmıştı ama o devasa mekaniği taşınabilir hale getirmek için güvenilirlikten feragat ediliyordu. Saatin gelişimini, 1500’lerden başlayıp önemli tarihleri sayarak kısaca özetleyebiliriz. Kaç dakikada okuduğunuzu kolunuzdaki saate bakarak ölçebilir sonra da ironiyi kavrayıp keyiflenebilirsiniz.

1524’te Alman kilit ustası Peter Henlien, tarihte bilinen ilk kurmalı saati üretti. O zamana kadar mekanizmaları çalıştırmak için sürekli yer değiştirilen ağırlıklar vardı. Kurmalı saatler, yayları gevşedikçe zamanı göstermemeye başlıyordu ama onların sayesinde taşınabilir saatler üretilmeye başlandı.

1550’lerde piyasada Almanya ve Fransa üretimi saatler dolaşmaya başlamıştı. 1575’te İsveç ve İngiliz üreticiler ortaya çıktı. Saat, zamanı gösteren bir araç değil, yeni ortaya çıkmış bir modaydı henüz. Çelikten yapılan iç mekanizmalar, bu yıllardan sonra pirince dönüşmeye başladı. Yine de saat denince, istediği zaman duran, istediği gibi hata yapma hakkını kendinde gören zımbırtılar akla geliyordu. Buna rağmen eski sistemlere dönülmüyordu, parası olan herkes bir saat alıyor, saati olmayan komşular ayıplanıyordu. Yine de saati bir arzu nesnesi haline getiren bu teknolojik gelişmeler değil, 1600-1675 arasındaki şekilsel yeniliklerdi. Dedik ya saat hâlâ bir aksesuar olarak görülüyordu.

1600’den sonraki değişiklikler bu görüşü değiştirmedi. Teknikten çok görünüşü değiştirirseniz, yani tribüne oynarsanız böyle olur haliyle. Artık saatlere mücevher gözüyle bakılıyor, yatırım için saat alınıyordu. Basit bir kutudan yuvarlak, silindir şekillere geçilmiş, altına üstüne değerli madenlerden şapkalar takılmıştı. Sonradan metal kısımların yerine kristal parçalar eklenmişti, metal kalanların da altın olmasına dikkat ediliyordu. Kristal kapaklar, kapağı kaldırmadan saati görmeyi de sağlıyordu ama bu kadar parıltılı göründükten sonra kimin umurunda.

1656’da ilk sarkaçlı saat üretildi. Sarkaç mantığını Galileo’nun bulduğu düşünülür, hatta çizdiği ama yapamadığı bir tasarımı olduğu söylenir. 1660’da saatler sadeleşme eğilimine girdi, şıkır şıkır saatler artık kadın saatleri olarak görülüyordu. 1675’te teknik iyileştirmeler yapıldı, artık saatiniz bir günde birkaç saat değil, sadece birkaç dakika sekiyordu. Böylece saatin kadranına dakikalar çizilip saate yelkovan eklendi. İngiltere kralı, saatini yerleştirmek için cepler diktirdiği yeleğiyle ilk kez halkın önüne 1675’te çıktı.

1704’te Dullier adında bir üretici, pirinç parçaların bazılarını mücevherlerle değiştirmeyi denedi. Sonuç, ucuzlama trendine giren saatler arasında fiyatıyla soyluların iştahını kabartan yeni bir alternatifti. Bugün yüksek fiyatlarla satılan prestijli saatlerin ilki diyebiliriz sanırız Dullier’e. 1725’te ucuz saatlerin bir yerine de kıymetli taş koyma modası başlayıp bir süre devam etti. 1750’de ilk kez bir üretici saate kendi ismini verip marka yaratmaya kalktı.



1721’de George Graham’in yaptığı sarkaçlı saat, günde sadece bir saniye şaşıyordu. 1761’de John Harrison’ın yaptığı saat o kadar dakikti ki deniz yolculuklarındaki ölçümlerde kullanılmaya başlandı. İngiliz hükümeti, bu başarısını, bu zamanın parasıyla 10 milyon dolar vererek ödüllendirdi. Bu saat, günde saniyenin beşte biri kadar şaşıyordu.

1800’lere kadar bol mücevherli ve işlev açısından birbirinden farksız saatler üretilmeye devam edildi. 1800’de ilk kez bir cep kronometresi yapıldı, yani saniye ilk kez cebe girdi. 1850’de Amerika’da ilk kez seri üretim saat yapılmaya başlandı.

1952’de ilk kez kurulmayan bir saat üretildi, bu saat, “pil” denen mucize sayesinde çalışıyor ve hiçbir kurmalı saatin ulaşamadığı dakikliğe ulaşıyordu. 1970’de elektronik saatler piyasada ilk kez görüldü. Bugün uzaktan kumandalı, MP3 çalan, fotoğraf çeken saatler var. Tabii bu da yetmiyor...

sc_turret.jpg








Avrupa Kupasının Tarihi

Avrupa kıtasının milli takımlar bazında en önemli turnuvası olan Avrupa Futbol Şampiyonası 1958 yılında düzenlenmeye başladı.

Çok farklı bir formata ve "Avrupa Uluslar Kupası" ismine sahip ilk şampiyonanın evsahibi, turnuvanın fikir babası Henri Delanuay anısına Fransa oldu. Kupanın ilk finali Sovyetler Birliği ile Yugoslavya arasında oynandı. Uzatmalara giden maçı 2-1 kazanan Sovyetler Birliği şampiyonluğa ulaşan takım oldu. Bu aynı zamanda Doğu Bloku ülkelerinin en büyük başarısı olarak tarihe geçti.

1968'de adı ve formatı değişen kupa, UEFA Avrupa Futbol Şampiyonası ismini aldı. Ancak yeni formatın da bekleneni verememesi üzerine 1980'de ve 1984'de yapılan değişikliklerle son halini alan Avrupa Futbol Şampiyonası'nın en önemlileri 1992 ve 2004'da düzenlenenler oldu.

1992'de Yugoslavya'nın ülkedeki iç savaş nedeniyle finallere alınmamasının ardından, Danimarka son anda turnuvaya dahil edildi. Danimarka yarı finalde son şampiyon Hollanda'yı, finalde de Almanya'yı yenerek kupaya uzandı ve tarihi bir başarı elde etti.

2004'de ise komşumuz Yunanistan, play-off'da bizi eleyen Letonya ile birlikte en az şans tanınan ülke olarak gittiği Portekiz'de çeyrek finalde son şampiyon Fransa, yarı finalde en büyük favori Çek Cumhuriyeti ve finalde de ev sahibi Portekiz'i eledi ve kupaya uzandı.

Avrupa Futbol Şampiyonası'nın enbaşarılı takımı 3 kez zafere uzanan Almanya oldu.

Türk Milli Takımı ise iki kez Avrupa Futbol Şampiyonası finallerine katıldı. İngiltere'de düzenlenen Euro 96'da gol atamayan milliler, Belçika ve Hollanda'nın düzenlediği Euro 2000'de çeyrek final oynamış ancak Portekiz'e 2-0 yenilerek turnuvaya veda etmişti.

ŞAMPİYONLAR

1958 Sovyetler Birliği
1964 İspanya
1968 İtalya
1972 Almanya
1976 Çekoslavakya
1980 Almanya
1984 Fransa
1988 Hollanda
1992 Danimarka
1996 Almanya
2000 Fransa
2004 Yunanistan


 
Son düzenleme yönetici tarafından yapıldı:
Yukarı Alt