Spare_

Bilgiliyim
Kayıt
24 Kasım 2008
Mesajlar
2.764
Beğeniler
1
Şehir
^^ T.C / İST ^^
Kitap özeti isteklerinizi bu başlık altından bize iletirseniz. Kısa bir süre sonra size istediğiniz kitap'ın özetini sizlere ileticeğiz.


Saygılarımla,

 

Spare_

Bilgiliyim
Kayıt
24 Kasım 2008
Mesajlar
2.764
Beğeniler
1
Şehir
^^ T.C / İST ^^
1.KİTABIN KONUSU:


Adalet sistemindeki yanlış uygulamalar ve bu uygulamalara maruz kalan bir kadın ve aynı kaderi paylaşan diğer mahkumların yaşadıkları olayları anlatmakta ve eleştiriler yapmaktadır.

2.KİTABIN ÖZETİ :

Dimitri Nehludov çok gösterişli ve zevk içinde bir hayat sürdürmekte iken bir mahkemede eskiden birlikte olduğu ama daha sonra terk edip bıraktığı bir kadın olan Katyuşa ile karşılaşır.
Katyuşa kimsesiz bir kadındır. Pek çok iş aramış ancak bulduğu işlerde erkeklerin sarkıntılıklarından dolayı fazla çalışamamıştır. En sonunda bir hastanede çalışırken bir odacı Katyuşa’ya sarkıntılık yapar. Katyuşa odacıyı kendisine yaklaştırmaz. Bu sırada gürültüden dolayı hastanedeki diğer personel odaya gelirler. Katyuşa da bir iftiraya kurban giderek mahkemeye verilir.
Bir vicdan muhasebesine dalar ve bunun sonucunda ne pahasına olursa olsun Katyuşa’yı kurtarmak için yemin eder.
Katyuşa’ya en çok bir kaç ay ceza verileceği düşünülürken mahkemede yapılan hatalar nedeniyle Katyuşa’ya çok ağer bir cez verilmesi karara bağlanır.
Prens Katyuşa’ya karşı sorumluluk duygusunun da etkisiyle evllilik teklif eder. Katyuşa ise aslında aşık olduğu Nehludov’un başına dert açmak istemediği için bu teklifi ısrarla reddeder.
Katyuşa’ya kürek mahkumiyeti verilir.Nehludov’un bütün çabasına rağmen Katyuşa Sibirya’ya sürülmekten kurtulamaz.
Nehludov da elindeki mal varlığının önemli bir bölümünü harcayarak Katyuşa ile Sibirya’ya gitmeye karar verir.
Sibirya yolculuğu mahkumlar için dayanılmaz geçmektedir. Mahkumların başındaki gardiyanlar da mahkumlara çok kötü davranmaktadır.
Nehludov bu kötü muameleleri önlemek için elinden geleni yapsa da bunu başaramamaktadır.
Dimitri Sibirya yolculuğu sırasında haksızlığa uğrayarak hapse düşen veya sürgüne gönderilen pek çok mahkumun olduğunu da fark eder. Bu mahkumlar da Prens’in kendilerine yardımcı olmalarını istemektedir.
Sibirya’daki kürek mahkumiyeti sırasında Katyuşa’nın affedildiği haberi gelir. Katyuşa da başka bir mahkumla evlenerek Dimitri’yi bırakır.
Dimitri bütün bu olan bitenden oldukşa etkilenir. Dünyada adaletin gerçekte olamayacağını düşünmeye başlar. Aradığı mutlak adaleti İncil’debularak yeni düşünceler benimser.


3.KİTABIN ANA FİKRİ :

Dünyada tam anlamıyla adalet yoktur. Herkesin bir suçu ve günahı olacağı için dünyada kimsenin kimseyi cezalandırmaya hakkı olamaz. Ancak bütün sistemlerde bazı kimseler insanları cezalandırmaya devam etmektedir.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ:

Dimitri Nehludov : Başlangıçta zevk ve sefahate düşkün olan fakat daha sonra bu hatalarından dönen, inandığı değerler uğruna pek çok şeyi göze alan bir Rus prensi.
Katyuşa : Kimsesiz, gariban, ama gururlu,genellikle duygularıyla hareket eden bir kadın.
Kitapta Dimitri ve Katyuşa’nın mahkemed karşılaşması,Dimitri’nin vicdan muhasebesine dalarak gösterişli hayatını bırakması,Sibirya’ya sürgün,Dimitri’nin Katyuşa’yı affettirme çabaları etkileyici ve akıcı bir üslupla anlatılmaktadır.


Marlo Morgan : Hayatın monotonluğundan sıkılmış, değişiklik arayan, hırslı kafasına koyduğunu yapan, yardımsever, çocuk ruhlu biri.
Oota : Kabilede ingilizce bilen tek kişi Morgan’a kendilerini tanımasına elinden geldiğince sorulara cevap vererek yardımcı olmuştur.
Kara Kuğu : Kabilenin şefidir. Bilge bir insan olarak tüm sırlarının sırası ile Morgan’a açıklanmasını sağlamıştır.
Bunun dışında şifacı gibi yeteneklerine göre isimlendirilen birçok kabile üyesi var. Çölde, insanın yaşamını zorlayan birbirinden ilginç olaylar oluyor.


5.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:

Levi Tolstoy 19. yy. Rusya’sında yaşamış bir yazardır. Hayatında hep bir arayış içeirsinde olmuş ve yaşlılığını dindar bir insan olarak geçirmiştir. Genellikle eserlerinde insanlara ahlaki değerlerden bahseden yazarın ‘Dirilş’ eserinde de bu özelliğinin izleri görülmektedir.
 
Kayıt
27 Nisan 2008
Mesajlar
5.974
Beğeniler
0
Bana 3 Adet gerekiyor acildir çabuk olursa sevinirim :)

1) Kitap Adı: Güneşi Uyandıralım , Yazar: Jose Mauro de Varconcelos
2)Kitap Adı: Halime Kaptan , Yazar: Rıfat Ilgaz
3)Kitap Adı: Define Adası , Yazar: R.L. Stevenson
 

Spare_

Bilgiliyim
Kayıt
24 Kasım 2008
Mesajlar
2.764
Beğeniler
1
Şehir
^^ T.C / İST ^^
-"GÜNEŞİ UYANDIRALIM" İNCELEMESİ-


.Kitabın Adı : Güneşi Uyandıralım
Yazarı ve yaşamı:
Jose Mauro de Vasconcelos (1920-1988)

Brezilyalı ünlü yazar Jose Mauro de Vasconcelos, 1920'de Rio de Janeiro yakınlarında, Bangu'da doğdu. Çok yoksul olan ailesi, onu Natal kasabasındaki amcasının yanına yolladı. Orada dokuz yaşındayken Potengi Irmağında yüzmeyi öğrendi ve hep günün birinde yüzme şampiyonu olmanın hayalini kurdu. Liseyi Natal'de bitirdikten sonra iki yıl tıp öğrenimi gördü. Öğrenimini yarıda bırakıp yeni hayaller peşinde Rio de Janeiro'ya dönerek çeşitli işlere girdi.İlk işi, hafif siklet boks antrenörlüğü oldu. Yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı, tarım işçiliği ve balıkçılık yaptı. Bu onun yazarlığına büyük katkılar sağladı. İlk kitabı "Yaban Muzu" 1940'ta yayımlandı. 1945'te yayımlanan "Beyaz Toprak" adlı romanı çok beğenildi. Daha sonra "Evden Uzakta" (1949), "Sular Çekilince" (1931), "Kırmızı Arara" (1953) ve "Ateş Çizgisi" (1955) romanlarını yazdı. "Kayığım Rosinha" (1961) ile ününün doruğuna çıktı. En ünlü kitabı "Şeker Portakalı" (1968) on iki günde yazılmıştı. Yazar, "Ama onu yirmi yıldan fazla yüreğimde taşıdım," demiştir. Bu kitaptaki küçük Zeze'nin serüvenleri "Güneşi Uyandıralım" (1974) ve "Delifışek" (1963) adlı romanlarında sürdü. Bu ünlü yazar 1988'de öldü.
c. Özet:
Zeze, erkek çocuğu olmayan zengin bir aileye evlatlık olarak verilmiş. Bir gece odasında bir ışık görmüş ve çok korkmuş. Yatağının ayak ucunda bir kurbağa görmüş ve onunla konuşmaya başlamış. Adı Adam olan bu kurbağa, kendisini bu evde çok yalnız hisseden Zeze'ye yüreğinde yaşamak ve onu korumak üzere geldiğini söylemiş ve onun yüreğine girmiş. Bu olaydan sonra zatürre geçiren Zeze ilaçlarla iyileşmiş. Okula döndüğünde çok sevdiği ve ona her zaman yardımcı olan Peder Feliciano'ya (Fayolle) bu kurbağadan bahsetmiş. O da bu kurbağanın ona iyi şeyler öğreteceğini ve yüreğini hep doğru yolda tutacağını söylemiş. Bu arada Zeze hiç sevmediği halde üvey anne ve babasının ısrarları yüzünden saatlerce piyano çalışmak zorundaymış. Gün içinde en çok sevdiği zaman, dersleri bittikten sonra sakat bir köpek olan Tulu ve içindeki kurbağa ile baş başa kalmakmış.
Dersleri çok iyi olan Zeze'yi ailesi zaman zaman sinemaya gönderirmiş. Ailesinin çocuk filmine gönderdiği bir gün Zeze, Adam'ı dinleyerek bir aşk filmine gitmiş. Burada Maurice Chevalier isimli bir oyuncuyu görmüş. Böyle bir babası olmasını istemiş. Hayalindeki bu baba sıkıntılı anlarında onu ziyarete gelmeye başlamış. Zeze, Adam ve Maurice ile tanıştıktan sonra hayatının değişeceğine inanmaya başlamış. Bu inanç ile okul kurallarını da değiştirebileceğini düşünmüş ve üniformasının yakasını kapatmamaya başlamış. Önce tepki gören bu davranış daha sonra okul tarafından kabul edilmiş. Bazen umutsuzluğa kapılan Zeze intihar etmeyi düşünmüş. Fayolle ve Maurice onu bu düşüncesinden vazgeçirmiş. Adam da Zeze'ye hayatın güzel olduğunu ve içindeki güneşi uyanık tutmasını söylemiş.
Annesi piyanoya daha çok çalışırsa Konservatuvar'a girebileceğini söylemiş fakat ailesinin zoruyla piyano çalmayı sevmeyen Zeze bunu reddetmiş ve piyano çalması yasaklanarak piyanosu satılmış. Babası ameliyat için Rio'ya giden Zeze, iki ay okulda yatılı olarak kalmış. Bu süre boyunca günleri çok güzel geçmiş. Bu arada Maurice'nin önerisi ve Fayolle'nin desteği ile bademcik ameliyatı olmuş. Ameliyattan sonra eski cılız halinden kurtulmuş. Vücudu hızla gelişmeye başlamış. Yüzmeye gitmeyi çok seviyormuş. Okuldan kaçıp yüzmeye gidiyormuş. Ama yüzdüğü yerde köpekbalıklarının olması Fayolle'yi çok korkutuyormuş. Bu yüzden onu hep uyarıyormuş.
Evlerinin karşısında oturan zengin ailenin çocuğuyla arkadaş olmuş. Babası ile üvey kuzenine film çektirmeye gideceği bir gün sokakta bir yavru kedi bulmuş. Ona bir yer ararken gecikince babası çok kızmış ve onu sert bir dille azarlamış. Bu olaydan sonra Zeze babasına küsmüş ve evden ayrılmaya kara vermiş. Bu olayı Maurice'ye anlatmış. Maurice ona destek olmaya çalışmış. Zeze daha sonra Fayolle'ye gitmiş ve intihar etmek istediğini söylemiş. O da nankörlük yapmamasını, onların kendisini fakirlikten kurtardığını söylemiş. Onu ikna edip evde kalmasını sağlamış. Babası gittiği bir yerden Zeze'ye bir hediye getirmiş. Zeze hediyeyi aldığı halde hiç kullanmamış.
Zeze, okuduğu kitaplardan tanıdığı Tarzan'a hayranmış. Bir gün yüzmeye gitmiş. Orada kendisinden büyük çocuklar açılmayı teklif etmiş. O da kendini çok büyümüş ve güçlü hissettiği için kabul etmiş. Yüzerlerken köpekbalıkları bunların peşine düşmüş. Kendilerini zor kurtarmışlar. Okulda da çok yaramazlık yapıyormuş. Derslerinde hep birinci olmasına rağmen öğretmenleri yaramazlığından çok şikayetçiymiş. Yaptığı yaramazlıklardan dolayı ailesi onu cezalandırıp okula yatılı olarak göndermiş.
Bu arada ailesi daha büyük ve güzel bir eve taşınmış. Zeze, evin garajında bulduğu bir pompa ile antrenman yaparak vücudunu geliştirmiş. Bu arada sirkte çalışma hayali kuruyormuş. Sakat bir köpek olan Tulu'ya duvarda yürümeyi öğretmiş. Sirk akrobatlığı ve casusluk büyüyünce yapmak istediği mesleklermiş. Maurice ve Fayolle onu bu fikrinden vazgeçirmiş.
Zamanla Maurice'nin gelişleri azalmaya başlamış. Bir gün Adam Zeze'ye artık kararlı ve korkusuz bir çocuk olduğunu ve kendisinin gitme zamanının geldiğini söylemiş ve ayrılmış. Maurice de Zeze birine aşık olduğunda gideceğini söylemiş. On beş yaşına gelen Zeze, komşu kızı olan Dolores'e aşık olmuş. Sürekli onu düşünmeye başlamış. Dolores de onu çok seviyormuş. Birlikte çok güzel günler geçirmişler. Fakat Zeze'nin üvey kız kardeşi onları kıskanıp ailelerine şikayet etmiş. Görüşmeleri yasaklanmış. Dolores'in ailesi onu tekrar okuluna göndermiş. Bu ayrılık Zeze'yi çok üzmüş.
Kendini büyümüş hisseden Zeze artık arkadaşları ile gezmeye, sigara içmeye ve kızlarla ilgilenmeye başlamış. Yüzme en büyük tutkusu olarak devam etmiş. Okuduğu kitaplar değişmiş. Ancak dersleri biraz gerilemiş ve sınıf ikincisi olmuş. Seçeceği mesleği bir türlü belirleyememiş ve bunun sıkıntısını çok çekmiş.Bir gün Maurice gelip ayrılması gerektiğini söylemiş ve gitmiş. Okulunu bitiren Zeze ailesinin yanına geri dönmüş.
Yıllar sonra, yaşadığı şehre gelen düşlerindeki babası Maurice ile tanışmış. Hayallerinde yaşattığı kişi ile tanışmak onu çok heyecanlandırmasına rağmen Maurice'den beklediği tepkiyi alamayınca çok üzülmüş. Bu arada hasta olduğunu öğrendiği Fayolle'yi ziyarete gittiğinde durumunu çok ağır olduğunu görmüş. Yaşadığı hayal kırıklıklarını paylaşmak ve güneşi uyandırmayı yeniden öğrenmek için Adam'a seslenmiş. Ama artık Adam da yokmuş.

ç. En çok beğendiğim bölüm: Kurbağanın, Zeze'nin kalbine girdiği bölüm.

d. Kitabı arkadaşlarıma öneririm. Çünkü Zeze bu kitapta yaramaz küçük bir çocuğun yaşadığı hayal kırıklıklarını ve bunlardan kurtulmak için verdiği çabayı çok güzel anlatmış.
 

Spare_

Bilgiliyim
Kayıt
24 Kasım 2008
Mesajlar
2.764
Beğeniler
1
Şehir
^^ T.C / İST ^^
-"GÜNEŞİ UYANDIRALIM" İNCELEMESİ-

Bu bilgiler de işine yarayabilir...

ÖZET:

Roman kahramanı Zeze çok çocuklu yoksul bir ailenin küçük çocuklarından biridir. Olaylar işsizlik yüzünden ruhsal bunalımlar geçiren bir baba, kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş bir ağabey ve ablalar etrafında gelişir. Küçük kardeşi Luis henüz yaşananları algılayamayacak kadar küçüktür. Anne karakteri ise siliktir. Çünkü anne, ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır ve çocuklarına ayıracak hiç vakti yoktur. Kısacası aile fertleri Zeze’yi anlayabilmekten çok uzaktır.

Zeze’nin mahalledeki insanlara yaptığı, çoğu kez zarar verme boyutuna ulaşan, şakalar ve yaramazlıklar, aslında yaşadığı yalnızlık duygusundan kaynaklanır. Ama o çevresindeki insanların söylediği gibi kendini “şeytanın vaftiz oğlu” sanır. Kötü bir çocuk olduğuna inanır. Yüreğindeki sevgi açığını kapatmak için hayali arkadaşlar yaratır. Bunlardan biri bir yarasadır. Diğeriyse yeni evlerine taşındıklarında her çocuğun bahçedeki ağaçlardan birini seçmesiyle ortaya çıkar: Hiç kimsenin beğenmediği bir şeker portakalı fidanı... Zeze, bu hiç de adil olmayan paylaşımda payına düşeni kabullendiğinde artık bir dostu daha olmuştur. Onlara isim takar ve onlarla konuşur.

Aile fertleri dışında Zeze’yle ilgilenen birkaç kişi göze çarpar. Bunlardan biri Edmundo Dayı, diğeriyse Zeze’nin öğretmenidir. Edmundo Dayı ona aradığı sevgiyi değilse de en azından ara sıra para verir ve kendince yeni şeyler öğretir. Öğretmense söylenenlerin aksine Zeze’nin mükemmel bir çocuk olduğu görüşündedir.

Bir süre sonra bir sokak şarkıcısı ortaya çıkar. Zeze onunla birlikte sokak sokak dolaşıp şarkı söylemeye başlar. Bu Zeze’nin severek yaptığı tek şeydir. Adam açık saçık şarkılar söylediği için babası onunla arkadaşlık etmesini istemez. Zeze bunu anlayamaz. Çünkü söylediği şarkıların anlamını bilmez. Bir gün sırf babasını mutlu etmek için ona bu şarkılardan birini söyler. Ve hayatının en kötü dayağını yer. Bu olaya en çok Gloria üzülür; aile fertlerinin onu dövmelerini yasaklar.

Zeze, en büyük dostunu yine bir yaramazlık sonucu tanır. Bu daha çok tehlikeli bir oyundur. Hareket halindeki arabaların arkasına yapışıp rüzgarı ve hızı hissetmek, onun deyimi ile yarasa olmak... Portekizli Manuel Valadares ‘in arabası çok fiyakalıdır. Bu yüzden yarasa olma oyununu bu araba üzerinde denemek için büyük bir istek duyar ve iş başındayken yakalanır. Portekizli poposuna vurup onu çevredeki herkese karşı rezil etmiştir. Yüreği yoğun bir nefret duygusuyla dolar. Sonraları onu daha yakından tanıma şansına sahip olur. Ve bu adam yaşamdaki en çok sevdiği insan haline gelir.

Babasından yediği dayaktan sonra intihar etmeyi düşünür. Ama Portekizli’nin desteğiyle vazgeçer. Ondan kendisini evlat edinmesini ister. Ne yazık ki adamın ömrü buna yetmez. Bir süre sonra ölüm haberi gelir. Talihsiz bir trafik kazası geçirmiştir. Portekizli’nin ölümü Zeze’yi yaşamdan koparır. Daha sonra kendi içinde yaşadığı bir iç savaş başlar. Bu birkaç günlük süreç aynı zamanda Zeze’nin büyüme sürecidir. Hastalığı esnasında şeker portakalının çiçek açtığını öğrenir. Ama artık ne o, ne de yarasa önemlidir. Yaşadığı büyük acı Zeze’yi olgunlaştırmıştır.

KİŞİLER:

Zezè: Baş kahraman, yoksul bir ailenin küçük çocuklarından biridir.
Totoca: Zeze’nin ağabeyidir. Bencilce ve tutarsız davranışlar sergiler.
Edmundo Dayı: Yaşlı bir akrabadır. Ona ailesinden çok daha iyi davranır.
Jandira: Zeze’nin ablasıdır. Zamanını roman okumak ve sevgililerini düşünmekle geçirir.
Gloria: Zeze’nin ablasıdır. Onu ailede en çok seven ve koruyan kişidir.
Bay Arivaldo: Bir sokak şarkıcısıdır. Zeze ile aralarında sessiz bir dostluk gelişmiştir.
Lala: Zeze’nin diğer ablasıdır. Son zamanlara kadar Zeze ile ilgilenmiş ama sonraları ya bıkmış, ya da sevgilisiyle olmayı tercih etmiştir.
Luis: Zeze’nin küçük kardeşi, kardeşlerden en küçüğüdür. Ailede herkes tarafından sevilir.
Luciano: Luciano adındaki yarasa, Zeze’nin isim takıp konuştuğu çok sevdiği arkadaşlarından biridir.
Minguinho (Xururuguinho): Bir şeker portakalı ağacıdır. Zeze, Luciano gibi onunla da konuşur. Hatta onların da konuştuklarını düşünür.
Bay Paulo (Baba): İş bulamadığı için psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Bu yüzden çocuklarına karşı yeterince sevecen ve sabırlı olamaz.
Anne: Ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır. Çocuklarıyla ilgilenemez. Bu yüzden romanda arka planda kalır.
Manuel Valadares (Portuga): Zeze’ye sevgiyi, yaşamın sevilebilecek yanlarını öğreten insandır. Onun iyi ve mutlu bir çocuk olabilmesi elinden gelen her şeyi yapar.
Cecilia Paim (Öğretmen): Yaptığı bütün haylazlıklara rağmen onun mükemmel bir çocuk olduğunu düşünen duygulu ve anlayışlı biridir.

ANA DÜŞÜNCE:

Roman “Günün birinde acıyı keşfeden çocuğun öyküsü” cümlesiyle başlar. Bu cümle romanın ana düşüncesidir.

Kitapta bir çocuğun olgunlaşma süreci işlenmiştir. Bu süreç sancılı bir doğumu andırır.

GENEL YARGI:

Yazar küçük bir çocuğun iç dünyasını bütün yalınlığı ile göz önüne sermeyi başarmıştır. Kitabın sonunda olgunlaşmanın ne denli zor bir süreç olduğunu algılıyoruz. Yani ana düşünce çok iyi işlenmiş. Bunun yanı sıra çocuğun yaşamı çok acıklı. Hangi okuyucu bu öyküyü okurken göz yaşlarına hakim olabilir ki?
 

Spare_

Bilgiliyim
Kayıt
24 Kasım 2008
Mesajlar
2.764
Beğeniler
1
Şehir
^^ T.C / İST ^^
HALİME KAPTAN RIFAT ILGAZ


KONUSU: Kurtuluş Savaşı sırasında Cide’li bir kadın kaptanın, azgın fırtınalar ve korsanlarla boğuşarak İnebolu’ya cepha­ne taşıması anlatılmaktadır.


Yer Cide sahilinde bir köy evidir. Romatizma ağrılarından muzdarip Temel Reis, yatakta durmadan dönmekte, torunu Memiş yanındaki yatakta, gelini Halime ise, diğer odada yatmak­tadır. Halime’nin kocası Sabri ise Samsun Askerlik Şubesinde askerdir.
Temel Reis’in takası ise, biraz ilerde denizin kenarında, yaşlı gövdesi ile azgın karayele direnmeye çalışmaktadır.
Kış yaman geçeceği için, mutlaka yiyecek, gaz, tuz, şeker te­mini gerekiyordu. Bunun için de İnebolu’ya gitmekten başka bir çareleri yoktu.

Bu nedenle, Temel Reis, sabah erken kalktı. Sağlam bir şekil­de elbiselerini giydikten sonra, kendisine yardımcı olması için çağırdığı Halime’nin yeğeni on üç yaşındaki Bekir’i diğer iki ço­cuğu çağırması için gönderdi. Sonra da evden çıkıp, köyün ortası­na doğru yürüdü. Halime ile Memiş de arkasından geliyorlardı.
Köy kahvesine gelince, oturanlar Temel Reis’in el etmesiyle kalktılar ve sahildeki kayığın suya indirilmesine yardım etmek için onlara katıldılar.
Kayık suya İndirildi. Bekir ve diğer iki çocuk, Zeynel ile Halil de kayığa binerek hareket hazırlığına başladılar.
Temel Reis, gelini Halime ve torunu Memiş ile vedalaştı. Kı~ yıdakilerle helâlleşerek kayığa bindi. Sonra, yelken açmalarını emretti. Açılan yelkenle birlikte küreklere asılarak Cide’ye doğru yol aldılar.
Cide’de yoksul halkın hemen hemen tek gelir kaynağı olan yumurtaları yükleyerek, İnebolu’ya doğru açıldılar.
Temel Reis’in gidişinin üçüncü günü gecesi, bir asker kaçağı, “Ben kocan Sabrı” diyerek Halime’nin kapışma dayanınca, Halime
“Benim kocam askerden kaçmaz, böyle hırsız gibi kapıları da tıklatmaz, git köyün muhtarı ile birlikte gel” dedi. Adam diretince, yüklükte asılı çifteyi kaparak pencereyi açıp, ateş ederek, “Ali Efendi! Asker kaçakları sardı evimi! Yetiş!” diyerek bağırdı.

Temel Reis’in sandalı ise gecenin karanlığı içinde yol almaya çalışıyordu. Gökte bir tane dahi yıldız yoktu. Bu sırada, bir taka­nın üstlerine doğru hızla geldiğini fark ettiler. Belli ki niyetleri haydutluktu. Temel Reis, hemen tabancasını çıkarıp, çocuklara da siper almalarını söyledi. Sonra da başladı kurşunları saymaya. Üstlerine gelenler, papucun pahalı olduğunu anlayınca, gerisin geri kaçmaya başladılar.

Köy korucusu Çipil Reşit, Halime’nin feryadım ve silahın se­sini duyunca, hemen tarafa doğru koştu. Yürüyen birisini görünce seslendi. Fakat öteki bir ne dönüp baktı, ne de cevap verdi. De­mek ki, tanınmak istemiyordu. O halde bu köyden birisi idi. Aca­ba kimdi?
Arkasından, bir el ateş etti. öteki yine devam edince, mecbu­ren bu sefer vurmak için ateş etti. Kaçak da aynı anda kendisini yere atıp, ateşe ateşle cevap verdi. Çipil Reşit, bir müddet sonra sessizce ilerleyip, kaçağın olduğu yere kadar geldi. Uzamış sakal­larına rağmen, Temel Reis’in oğlu Sabri’yi tanıdı. Sabri, şube ko­mutanı ile bir sebepten takışmış, bu yüzden askerden kaçmıştı. Köye gelişindeki asıl sebep ise, kadınların namusuna musallat olan bir iki kişinin hakkından gelmekti.
Bir punduna getirip, Çipil Reşit’i esir aldı. Sonra önüne kata­rak, asker kaçağı namussuzun barındığı yere doğru yürüdüler. Ancak, yolda konuşarak birbiri ile anlaştılar. Çipil Reşit, Sabri’yi görmediğini söyleyecekti.
Böyle yürürlerken bir ateş sesi ile kendilerini yere attılar. Sabri bir yana, Çipil Reşit bir yana atladı. Çatışma bittiğinde, Çipil Reşit sakin sakin olay yerinden ayrıldı. Sabri, yürüyerek kaçak Halit’İn bulunduğu yere gittiğinde cansız yattığını gördü.
Gece vakti, Halime’nin kapısı çalındı. Gelen Temel Reis ile birlikte giden Zeynel’di. Halime neler olduğunu sorunca, yolda Rum Niko’nın saldırısına uğradıklarını, Temel Reis’in silah sıkışı­nı, sonra da yağan yağmurdan hastalanıp İnebolu’da hastaneye yatırdıklarını ve bir daha da kalkamadığını, anlattı. Yani Temel Reis ölmüştü. Bu konuşma esnasında Sabri, pencereden içeri gir­di. “Babamın öldüğünü duyunca geldim. Yarından tezi yok, takayı satıp parasını bana ver” dedi. Bu esnada korucu Çipil Reşit eve gelip, Sabri’yi muhtarın çağırdığını söyledi. Sabri tereddüt içinde idi. Sonra muhtarın yanına gitmeye karar verdi.
Muhtar Ali Emmi, İyi niyetli ve vatansever bir adamdı. Sab-ri’ye, yeni bir ordu kurulduğunu, şayet kabul ederse kendisini bu ordu­ya asker olarak göndereceğini, ‘asker kaçağı’ lafını da ortadan kaldıraca­ğını” söyleyince Sabri razı oldu ve Muhtar ile yeni orduya katıl­mak için yola çıktılar.

Temel Reis ölmüş, Sabri “asker kaçağı” lekesini silerek, yeni­den vazifesine dönmüştü. Halime ise, evin çarkını döndürmek için sandalı yürütmeye, böylece nafakayı kazanmaya kararlıydı. Yanına Memiş’i de alarak sahile doğru yürüdü. Halil ve Zeynel çoktan sandaldaki yerlerini almışlardı. Artık Reis Halime Kaptan idi.

Denizde geçirdikleri birkaç gün içinde, Halime Kaptan bilgi­si ve becerisi sayesinde Zeynel ve Halil’in de takdirini kazanmış, çocuklar yeni kaptanlarına gönülden bağlanmışlardı.
Denizdeki fırtına yüzünden yanaşmak istedikleri bir kıyıda korsanların eline esir düştüler. Halime Kaptan, kendisini Halim Kaptan olarak tanıtmış, çocukları da öyle tembihlemişti. Tek kor­kusu Memiş’in, “Anne” diye seslenmesiydi. Şükür ki korktuğu olmadı. Bu adamların korsan mı, kaçakçı mı, çete mi oldukları da belli değildi.
Gece olunca, Halime Kaptan kaçmak için çareler aramaya başladı.
Fakat, kaçma imkânını bir türlü bulamadı.. Sabah olunca da mecburen Harun Reis’in emirlerini uygulamak zorunda kalarak, onun kayığının yanında, kendi kayığı ile birlikte yola çıktılar.

Halime Kaptan’ın beklediği fırsat Sivastopol’da eline geçti. Rus milisler, Halime Kaptan’ın kayığında silahlı adamı görünce, onlara hemen limandan çıkıp gitmelerini söylemişlerdi. O dönemde, Rusya’da ihtilalle yönetimi ele geçirenler, Türkiye’de yükselen Kurtuluş Savaşı’na destek verdikleri için, kendi kıyıla­rında haydutlara ve çetelere izin vermiyorlardı.
Böylece, Harun Reis ve arkadaşları gittikten sonra, oralarda bir hafta kalan Halime Kaptan, kendi hesabına tuz taşımaya baş­lamıştı. Tabii bu iş sadece tuz taşımakla kalmamış, kuvay-ı milliyecilere, sandık sandık cephane ve mühimmat da yanına eklenmişti. Artık, İnebolu ile Cide arasındaki köyler ve kasabalar başta gelmek üzere, bütün kıyı şeridinde ve Ankara’da Halime Kaptan’ın adı saygı ile anılıyor, bilen bilmeyen herkes “helâl ol­sun” diyordu.

Halime Kaptan, yine zorlu bir görev için Kefken açıklarında ilerliyorlardı. İki kayık silahı yükleyip, inebolu’ya götüreceklerdi. Ancak, kıyıya yaklaştıklarında bir İngiliz motorunun kendilerine doğru geldiğini gördüler. Halime Kaptan, hemen hizmetçilik yapan bir köylü kadını kılığına bürünerek, saf saf oturmaya baş­ladı. Yanı başındaki sepette ise el bombaları diziliydi.
İngilizler, kayıktan motora geçmelerini emrettiler. Halime Kaptan, uysal uysal ayağa kalktı ve aniden bombayı fırlattı. Arka­sından Zeynel ve Bekir de silahlarım ateşlediler. Neticede, düş­man motoru batırılmış, İngilizler tarafından esir alınmış bulunan Türk askerleri de kurtarılmıştı.

Dönerlerken, yolda kendilerine saldırmak isteyen bir korsan kayığı ile silahlı çatışmaya daha giriştiler. Yeni almış oldukları mitralyoz silahını kullanan Kuva-yı Milliye subayı Teğmen İh­san’in yaman ateşi sayesinde, korsanları hemen etkisiz hale getir­diler. Tesadüfe bakın ki, korsanların reisi Harun Reis idi. Diğer adamları ölünce, o da teslim oldu.
Hemen yola koyuldular. Cephede savaşanlara daha çok mermi ve silah lazımdı. Duracak zaman değildi…
 

Spare_

Bilgiliyim
Kayıt
24 Kasım 2008
Mesajlar
2.764
Beğeniler
1
Şehir
^^ T.C / İST ^^
DEFİNE ADASI

R.L. Stevenson

KONUSU: Çocuklar için yazılmış bir macera romanıdır. Korsanlar, defineler, masalımsı bir şekilde anlatılmıştır



Babam, annem ve ben İngiltere’nin batı sahillerinde, küçük bir kasabada, küçük bir hanı işletiyorduk. Ben, on on iki yaşlarıdayken, bir gün hana iri yarı, kir pas içinde, suratında yara izi olan, denizci birisi geldi. Hanımızı beğendiği için kalacağını, fazla yemek ve yer seçici olmadığın belirtti ve üç altını çıkartıp masanın üzerine avans olarak koydu.
Bir gün bana, dikkatli olup, bir ayağı tahta olan bir denizciyi gördüğümde, kendisine haber verirsem, ayda dört peni kazana­cağımı söyledi. Ben de kabul ettim. O günden sonra gözümü dört açtım.
Akşamlan içiyor, maceralarım anlatıyor, milleti kendisini dinlemesi için zorluyordu. Müşteriler ondan çekindikleri için seslerini çıkaramryorlardı ama her geçen gün de handan çekiliyor­lardı. Babam, “eyvah, bu gidişle iflas edeceğiz” diyordu. Aradan aylar geçmiş olmasına rağmen handan gitmeye niyeti yok gibiydi. Bir müddet sonra ne bana, ne de babama para vermez oldu. Gün geçtikçe borcu birikiyordu. Babamla sık sık tartışıyorlardı. Bir tartışma sırasında, babam kalp krizi geçirdi. Gelen doktor, aynı zamanda bölge polisi imiş. Kaptanın eli bıçaklı halini görünce, ona kızdı ve bir suç işlerse hapse tıkacağını belirtti. Ne hazin ki, birkaç gün sonra babam öldü.
Babam ölmeden birkaç gün Önce, bîr denizci gelip, “Bili bu­rada mı?” diye sordu. Tarifinden kaptanı aradığını anlamıştım. Bir müddet sonra, kaptan uzaktan görünce saklandı. Kaptan içeri girip oturduktan sonra, birden bire ortaya çıkıp, afallayan kapta­nın yanına gidip oturdu. Biraz sonra karşılıklı olarak bıçaklarını çektiler ve kapıştılar. Sonra, bizim kaptan diğerini önüne katıp kovaladı, ama biraz sonra da bayılıp yere düştü. Meğer, sara nö­beti geçiriyormuş. Babamı kontrole gelen doktor onu da muayene etti ve böyle içmeye devam ederse çok yakında öleceğini söyledi.



Bu arada da babam öldü.
Birkaç gün sonra, kör bir adam gelip, kaptanla görüştü. Git­tikten sonra, kaptan “bana altı saat süre tanıyorlar” dedi, ama birkaç dakika sonra da sarsıla sarsıla Öldü. Bu kısa süre içinde gördüğüm ikinci ölümdü.
Annemle, ölünün başında bir müddet bekledikten sonra, yardım almak için köye gittik. Kaptan Flint ismini duyan, hiç kimse yanımıza yaklaşamıyordu. Mecburen, yine yalnız başımıza hana geldik. Kaptanın odasına çıkarak, sandığını açtık, gelenler olduğu için acele ile, bazı kağıtları ve paralan alıp handan çıktık. İlerde bir yere saklandık ve biraz sonra yedi sekiz kişinin ellerinde meşalelerle hanın kapısında olduklarını gördük. Sonra içeri girdi­ler. Bir müddet sonra aralarında tartışmaya, sonra da duydukları at sesleri nedeniyle kaçmaya başladılar. Sadece kör kaptan ortada kalmıştı. Hızla gelen atlılardan birisinin çarpmasıyla o da öldü. Koşa koşa annemin yanına gittim. Kadıncağız, korkusundan sin­miş kalmıştı. Beni görünce, sarılıp ağladı.
Gümrükçüler, kaçanları kovaladılar. Ancak, çoktan gemile­rine atlayıp kaçmışlardı. Hana girdiğimizde, bu kadar kısa süre­de, nasıl böyle altını üstüne getirebildikleri hayret verici bir olay­dı. Gümrükçülerin başı Jack bunun sebebini öğrenmek istedikle­rinde koynumdaki muşambayı gösterdim. Hep birlikte doktorun yanına gittik. Doktor ve Jack bana iltifat ettiler ve kahraman bir çocuk olduğumu söylediler.
Anlaşılan oydu ki, Kaptan Flint denen adam çok tehlikeli bir korsandı ve bir yerlere gizlemiş olduğu hazinesi vardı. O, para peşinde değil, hazinenin yerini gösteren haritanın peşinde idi. Ve bu harita, koynumdan çıkardığım muşambadaki kağıtların ara­sında idi.
Şimdi hedef hazineyi bulmaktı. Ayarlanan bir gemi ile yola çıkacaktık. Hazine falan umurumda değildi. Böyle bir yolculuk yapacağım için çok heyecanlı ve sevinçliydim.
Nihayet, Brİstol limanından, denize açıldık. Yolculuğumuz genellikle sakin geçiyordu. Adaya varmamıza bir iki gün yolu­muz kalmıştı. Akşam vakti elma almak için girdiğim fıçının içinde iken, ayru zamanda aşçılık da yapan tek bacaklı gemici Silver geldi ve fıçının üstüne oturdu. Tam sevinçle kendisine seslenecek­tim ki başka bir gemici ile konuşmalarını duyunca vaz geçtim. Anladığım kadarıyla, bunların hepsi korsandı. Silver de bizim kaptanın korkuyla kaçtığı tek bacaklı meşhur korsandan başkası değildi. O andan sonra, gemideki birçok namuslu insanın hayatı bana bağlıydı. Fıçıdan çıkınca, hemen kaptan, kont ve doktorla bir araya geldim ve tüm duyduklarımı anlattım.
Adaya varınca, ben de karaya çıkanlar arasmdaydım. Ko­nuşmamıza göre Kont, doktor ve kaptan gemide kalmışlardı. Bir ara Silver ile arkadaşı Tom’un konuşmalarını duydum. Hemen saklanıp, dinledim. Tom, Silver’e karşı çıkıyordu. Bunun üzerine Silver, Tom’u bıçağıyla öldürdü. Çok korkmuştum. Hemen gö­rünmeden kaçmaya başladım. Epeyce koştuktan sonra, burada yamyam gibi bir adamla karşılaştım. Yanımda tabancam olduğu için, karşısına dikildim. Sonra, adamda benim zararsız olduğumu anlayınca konuşmaya başladık. İsmi Benjamin Gunn olan gemici, üç yıl önce burada tek başına yaşamaya mahkum edilmişti. Ona karşı bîr yakınlık duyuyordum.
Birden bir patlama sesi duyduk. Anlaşılan savaş başlamıştı. Hemen, Gunn’Ia beraber, limana doğru koştuk. Yolda, Gunn’la birbirimizi kaybettik. Koşa koşa limana yaklaştığımda, doktor ve kaptanın diğer gemicilerle bir arada olduklarını gördüm. Gemiyi terk etmişlerdi. Onlara gördüğüm her şeyi anlattım. Onlarda, gemiyi ele geçirecek iken, ben olmadığım için bu plandan vazge­çip, karaya çıkmışlar. Tom’un Ölüm çığlığını benim zannederek, geri dönmüş ve gemide lazım olacak ne varsa bir kayığa yükleyip, yeniden adaya çıkmışlar. Tabii, gemidekiler bunları görünce, top ateşine tutmuşlar ancak, isabet ettirememişler. Karaya çıkınca, bu sefer de karadakilerle silahlı çatışmaya girmişler. Neticede, bu kütükten eve sığınmışlardı.
Bir müddet sonra, Silver ve adamları yakınımıza kadar gelip, anlaşmak İstediklerini söylediler. Kaptan onlara, “Şayet teslim olursanız, hayatınızı bağışlar, sizi en yakın cezaevine bırakırım. Yoksa teker teker Öleceksiniz” dedi. Kızgınlıkla gerisin geriye gittiler. Sonra, kaptan hepimizi mevzilere yerleştirdi ve nasıl savaşacağımızı anlattı.
Nitekim, çok geçmeden dört bir yandan ateş etmeye başladı­lar. Hızla, bulunduğumuz yere doğru ilerliyorlardı. Artık kavga, kılıç ve tabanca ile oluyordu. Sonuçta, bizden üç, onlardan altı kişi ölmüştü.
Kaptanın yarası pek ağır değildi. Doktor, onun yarasını sar­dıktan sonra, dışarı çıktı. Anladığım kadarıyla, Benjamin Gunn’u bulmaya gitmişti. Ben de, yanıma iki tabanca, mermi ve peksimet alarak, kafamdaki planı gerçekleştirmek için kimseye söylemeden dışarı çıktım. Söyleseydim, bırakmazlardı. Niyetim kıyıya kadar gitmek ve bağlı olan geminin halatlarını kesmekti. Kayığa bindim ve sessizce gemiye yaklaşıp, halatı kestim. Gemidekiler farkına varmamışlardı. Aniden, aklıma gemiye çıkıp ve onların sarhoş-hıklarından faydalanarak gemiyi ele geçirmek geldi. Bir yolunu bulup gemiye çıktığımda, ortalıklarda kimseyi göremedim. Sonra, kilere doğru ilerlerken yerde yaralı yatan Hands’ı gördüm. Belli ki, diğer korsanlar tarafından yaralanmıştı. Onunla konuşup, anlaştım. Hands’m yaralarını sardım ve onun yönlendirmesiyle gemiyi Define Adası’na doğru yönlendirerek gitmesini sağladım. Yalnız, Hands’un yüzündeki ifadeyi hiç beğenmiyordum. Nite-kim bir müddet sonra, gemimiz karaya oturduğunda, sinsice arkamdan saldırdı. Hatta beni bıçakladı da. Ben de iki tabancamı birden ateşleyerek onu öldürdüm.
Yaramdan dolayı acılar içerisinde kıvranmama rağmen, ge­mide tehlike kalmadığı için rahattım. Kayalara çarptığı için yan yatmış bulunan gemiden çıktım ve yürüyerek kıyıya vardım. Amacım, kaîedekilerîn yanma varmaktı. Bizimkilere sürpriz yapmak için sessizce içeri girmiştim ki kendimi birden bire kor­sanların ortasında buldum. Korsanlar, kütükten evi ele geçirmiş­lerdi. Silver, alaycı bir şekilde “Demek döndün ha, Jack” diyordu. Bir şey vardı ki, benim diğerlerinden ayrılmış olduğumu zanne­diyorlardı. Sevindirici başka bir şey daha vardı ki, doktor, kaptan ve diğerleri ölmemiş, korsanların dediğine göre, onlarla anlaşarak her şeyi bırakıp, ayrılmışlardı.
Ben de, bütün gelişmeleri, geminin durumunu ve ölen adam­ları anlatarak, onlara meydan okur bir şekilde, dediklerimi yapmalarını söyledim. Bazı korsanlar üzerime saldıracaklardı ki Sİlver bırakmadı.
Sonra olaylar şöyle gelişti: Hep birlikte defineyi kazmak için gittik. Kazdığımız yerde, define falan yoktu. Birisi, daha Önce, bulmuş ve götürmüştü. Silver bana bir tabanca verdi ve hazır olmamı söyledi. Nitekim biraz sonra, ağaçların arasından korsan­ların üzerine kurşun yağmaya başladı. ,
Biraz sonra, korsanların üçü Öldürülmüş, ikisi ise kaçmıştı.
Meğer, Silver ve doktor anlaşarak planları yapmışlar. Benjamin Gunn’da bu plandaki rolünü çok güzel oynamış. Hazi­neyi oradan çıkarıp, kaldığı yere götüren de Benjamin’den başkası değilmiş.
Ertesi sabah erkenden toplanma hazırlıklarına başladık. Her millitenin parası ve altını mevcuttu. Tam üç gün, paralan çuvalla­ra yerleştirrhekle geçti. Kaçan korsanların adada bırakılması, yan-lanna yiyecek ve erzak verilmesi kararlaştırıldı. Sonra da demir alarak yola koyulduk. Birkaç gün sonra güzel bir körfeze girerek, demir attık. O günün, gecesi, Silveç yanına bir miktar para da alarak gemiden kaçtı. Bir bakıma iyi de oldu.
Bu limanda bir hafta kaldıktan sonra, rahat bir yolculuk ya­parak Bristol’a vardık. Paralan, ve altınları aramızda paşlaştık. Ben, annemin yanma gelerek, tekrar hanı işletmeye başladık. Tabii ki artık işleri hizmetçilerimiz görüyordu.

 
Kayıt
7 Ocak 2008
Mesajlar
8
Beğeniler
0
Filler sultanı ile kırmızı sakallı topal karıncanın özeti lazım bulabilr misiniz?
 

Spare_

Bilgiliyim
Kayıt
24 Kasım 2008
Mesajlar
2.764
Beğeniler
1
Şehir
^^ T.C / İST ^^
Arkadaşlar bir süre yoktum... Özet isteklerini şimdiden bekliyorum... Yankeekin senin özetinide hemen koyuyorum.
 

Spare_

Bilgiliyim
Kayıt
24 Kasım 2008
Mesajlar
2.764
Beğeniler
1
Şehir
^^ T.C / İST ^^
Nutuk Türkiye devletinin yazılan ilk tarihidir. Yazarı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yaptığı tarihi gelecekteki Türk insanına tanıtabilmek amacıyla bu kitabı kaleme almıştır.

Nutuk: Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisinin 15-20 Ekim tarihleri arasında Ankara da toplanan İkinci Kongresinde okunmuştur. Konuşma otuz altı buçuk saat sürmüştür.

Nutuk 1919’dan başlayarak 1927 ye kadar olan tarih dilimini incelemektedir. Bu dönem üç bölümde ele alınmıştır.

1. Kuva-i Milliye (Ulusal güçler) Dönemi
Nutukta yeni Türkiye Devletinin kuruluşu anlatılmaktadır. Yeni Türk devletinin kurulmasındaki maksat da şu şekilde açıklanmıştır: Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da tam bağımsız olmakla sağlanabilir. “Ne kadar zengin olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan ileriye gidemez.” demiştir ve Mustafa Kemal Atatürk şu sözleri söylemiştir “Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksektir. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.” Diyerek kurtuluş isteyenlerin parolasının “Ya bağımsızlık ya ölüm olduğunu “ söylemiştir.

Burada devlet kurmanın zorlukları görülmektedir. Atatürk Samsun’a çıktığı anda ülkenin genel durumu; Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk savaşta yenilmiş Osmanlı Ordusu zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes imzalanmış, ulus yorgun ve bitkin bir durumda, ulusu ve ülkeyi savaşa sürükleyenler yurttan kaçmış, padişah ve halife soysuzlaşmış, kendini ve tahtını koruyacak alçakça önlemler araştırmakta, hükümet yüzsüz, onursuz, korkak, ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta, yurdun dört bir yanındaki topluluklar devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlardı. Bu şekilde açıkladıktan sonra ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız yeni bir devleti kurmak için izlediği politikayı, karşılaştığı güçlükleri bunalımları ve çatışmaları anlatmaktadır. Bu haliyle Nutuk, sömürgeci devletlerin altında yaşayan uluslara kurtuluş yolunu gösteren bir yapıt özelliği taşımaktadır.

2. Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi:

Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açılmış ve o günden sonra tüm askeri ve sivil makamların ulusun başvuracağı en yüce katın Meclis olacağını halkına bildirmiş ve Meclis, Mustafa Kemal Atatürk’ün açık ve gizli oturumlardaki bir iki gün süren açıklamaları ve konuşmalarından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı seçmiştir.

3. Cumhuriyet Dönemi:
Atatürk İsmet Paşa ile birlikte bir yasa tasarısı hazırladı. Bu tasarıdaki 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın devlet biçimini saptar maddelerini değiştirerek birinci maddenin sonuna “Türkiye Devletinin Hükümet biçimi Cumhuriyettir” cümlesini ekleyerek maddeyi değiştirmiştir ve yapılan Meclis toplantısında Anayasanın Değiştirilmesi ile ilgili maddenin görüşülmesi kabul edildi. Toplantı sonunda yasa birçok milletvekilinin “Yaşasın Cumhuriyet” söylemleri ile kabul edildi ve böylece 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş oldu. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Oylamada Mustafa Kemal Atatürk toplantıya katılan yüz elli sekiz kişinin tümünün oylarını alarak Cumhurbaşkanı seçildi.

Nutuk sömürge ulusların bağımsızlıklarını kazanmaya yardımcı olacak bir program niteliğindedir. Bu eser okunduğunda Türk kurtuluş savaşının bir askeri savaş olduğu kadar bir düşünce savaşı da olduğu görülmektedir.

Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına verdiği bir hesap pusulasıdır. Çünkü ulusal kurtuluş savaşı boyunca o halkıyla birlikte olmuştu ve halkına “Hayat demek savaş ve çarpışma demektir. Hayatta başarı yüzde yüz savaşta, başarı kazanmakla elde edilebilir. Bu da manevi ve maddi güce dayanır. İnsanların uğraştığı tüm sorunlar, karşılaştığı tüm tehlikeler, elde ettiği başarılar toplumca yapılan genel savaşın dalgaları içinde doğar.” Sözlerini söylemiş ve halkından can istemiş, halk seve seve vermiş, mal istemiş, halk seve seve vermiştir. Bunlar nerede, nasıl, niçin, harcanmış ? Nutuk halkın kafasındaki bu sorulara da açıklık getirmiştir.

Türk halkından alınan canın ve malın ülkenin işgalinden, ulusun kölelikten kurtularak onurlu, bağımsız, çağdaş bir devlet ve toplum olarak yaşaması için harcandığını belgeleriyle açıklamaktadır. Atatürk bu eserinde, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalışmış ve Türk gençliğine bıraktığı kutsal armağanı şu sözlerle noktalamıştır;“ Bu uzun ve ayrıntılı sözlerim tarihe mal olmuş bir devrin öyküsüdür, burada ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtmiş isem kendimi mutlu sayacağım” demiş. Nutuk, yeni Türkiye devletinin nasıl kurulduğunu merak eden tüm insanlarımızın okuması gereken bir başucu eseridir. Bundan dolayı siyasi yaşantımızda olduğu kadar, devlet felsefesinde de kullandığımız en baş eserdir.
 
Kayıt
28 Mayıs 2007
Mesajlar
693
Beğeniler
0
Spare demiş ki:
Nutuk Türkiye devletinin yazılan ilk tarihidir. Yazarı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yaptığı tarihi gelecekteki Türk insanına tanıtabilmek amacıyla bu kitabı kaleme almıştır.

Nutuk: Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisinin 15-20 Ekim tarihleri arasında Ankara da toplanan İkinci Kongresinde okunmuştur. Konuşma otuz altı buçuk saat sürmüştür.

Nutuk 1919’dan başlayarak 1927 ye kadar olan tarih dilimini incelemektedir. Bu dönem üç bölümde ele alınmıştır.

1. Kuva-i Milliye (Ulusal güçler) Dönemi
Nutukta yeni Türkiye Devletinin kuruluşu anlatılmaktadır. Yeni Türk devletinin kurulmasındaki maksat da şu şekilde açıklanmıştır: Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da tam bağımsız olmakla sağlanabilir. “Ne kadar zengin olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan ileriye gidemez.” demiştir ve Mustafa Kemal Atatürk şu sözleri söylemiştir “Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksektir. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.” Diyerek kurtuluş isteyenlerin parolasının “Ya bağımsızlık ya ölüm olduğunu “ söylemiştir.

Burada devlet kurmanın zorlukları görülmektedir. Atatürk Samsun’a çıktığı anda ülkenin genel durumu; Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk savaşta yenilmiş Osmanlı Ordusu zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes imzalanmış, ulus yorgun ve bitkin bir durumda, ulusu ve ülkeyi savaşa sürükleyenler yurttan kaçmış, padişah ve halife soysuzlaşmış, kendini ve tahtını koruyacak alçakça önlemler araştırmakta, hükümet yüzsüz, onursuz, korkak, ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta, yurdun dört bir yanındaki topluluklar devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlardı. Bu şekilde açıkladıktan sonra ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız yeni bir devleti kurmak için izlediği politikayı, karşılaştığı güçlükleri bunalımları ve çatışmaları anlatmaktadır. Bu haliyle Nutuk, sömürgeci devletlerin altında yaşayan uluslara kurtuluş yolunu gösteren bir yapıt özelliği taşımaktadır.

2. Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi:

Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açılmış ve o günden sonra tüm askeri ve sivil makamların ulusun başvuracağı en yüce katın Meclis olacağını halkına bildirmiş ve Meclis, Mustafa Kemal Atatürk’ün açık ve gizli oturumlardaki bir iki gün süren açıklamaları ve konuşmalarından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı seçmiştir.

3. Cumhuriyet Dönemi:
Atatürk İsmet Paşa ile birlikte bir yasa tasarısı hazırladı. Bu tasarıdaki 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın devlet biçimini saptar maddelerini değiştirerek birinci maddenin sonuna “Türkiye Devletinin Hükümet biçimi Cumhuriyettir” cümlesini ekleyerek maddeyi değiştirmiştir ve yapılan Meclis toplantısında Anayasanın Değiştirilmesi ile ilgili maddenin görüşülmesi kabul edildi. Toplantı sonunda yasa birçok milletvekilinin “Yaşasın Cumhuriyet” söylemleri ile kabul edildi ve böylece 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş oldu. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Oylamada Mustafa Kemal Atatürk toplantıya katılan yüz elli sekiz kişinin tümünün oylarını alarak Cumhurbaşkanı seçildi.

Nutuk sömürge ulusların bağımsızlıklarını kazanmaya yardımcı olacak bir program niteliğindedir. Bu eser okunduğunda Türk kurtuluş savaşının bir askeri savaş olduğu kadar bir düşünce savaşı da olduğu görülmektedir.

Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına verdiği bir hesap pusulasıdır. Çünkü ulusal kurtuluş savaşı boyunca o halkıyla birlikte olmuştu ve halkına “Hayat demek savaş ve çarpışma demektir. Hayatta başarı yüzde yüz savaşta, başarı kazanmakla elde edilebilir. Bu da manevi ve maddi güce dayanır. İnsanların uğraştığı tüm sorunlar, karşılaştığı tüm tehlikeler, elde ettiği başarılar toplumca yapılan genel savaşın dalgaları içinde doğar.” Sözlerini söylemiş ve halkından can istemiş, halk seve seve vermiş, mal istemiş, halk seve seve vermiştir. Bunlar nerede, nasıl, niçin, harcanmış ? Nutuk halkın kafasındaki bu sorulara da açıklık getirmiştir.

Türk halkından alınan canın ve malın ülkenin işgalinden, ulusun kölelikten kurtularak onurlu, bağımsız, çağdaş bir devlet ve toplum olarak yaşaması için harcandığını belgeleriyle açıklamaktadır. Atatürk bu eserinde, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalışmış ve Türk gençliğine bıraktığı kutsal armağanı şu sözlerle noktalamıştır;“ Bu uzun ve ayrıntılı sözlerim tarihe mal olmuş bir devrin öyküsüdür, burada ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtmiş isem kendimi mutlu sayacağım” demiş. Nutuk, yeni Türkiye devletinin nasıl kurulduğunu merak eden tüm insanlarımızın okuması gereken bir başucu eseridir. Bundan dolayı siyasi yaşantımızda olduğu kadar, devlet felsefesinde de kullandığımız en baş eserdir.
Rica etsem bana Nutuk özetinin daha fazlasından bulabilirmisin şöyle 5-6 sayfa çıkacak kadarından.Şimdiden teşekkür ederim cvbını bekliyorum.
 
Yukarı Alt