Kayıt
9 Nisan 2013
Mesajlar
43
Beğeniler
0
ATATÜRK’ÜN ANILARI


Atatürk her zaman etrafına moral dağıtan, karamsarlıktan uzaklaştıran, en zor şartlarda dahi halkını sıkıntılardan kurtaracak çözümleri bulan bir liderdir. Bunun en temel sebebi Atatürk'ün halka yakın olması, daha doğrusu halkla bir bütün olmasıdır. Halkın içinde geçirdiği zamanlarda herkesin şahit olduğu o üstün şahsiyet, Türk Milleti için her yönüyle örnek alınacak bir insandır.
Atatürk ile ilgili, hem en yakınında olanların, hem de halkın şahit olduğu olayların her birinde Türk Halkı için güzel örnekler bulunmaktadır. Bu bölümümüzde, hem Ata'mızın daha iyi tanınması, hem örnek bir liderin nasıl olması gerektiğinin öğrenilmesi hem de Türk Milleti'nin geleceği olan genç nesillerin örnek almaları için Atatürk'ün anılarından bazılarına yer veriyoruz.


Bayrağa Saygı

30 Ağustos sabahı, Mustafa Kemal muharebe sahasında dolaşıyordu. Etraf binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu hayvanı, terk edilmiş silah, top ve cephane dolu idi...
Atatürk şöyle söylendi:
"Bu manzara insanlığı utandırabilir! Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler."
Ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmiş bir de Yunan bayrağı gören başkumandan eli ile kaldırılmasını işaret ederek;
"Bir milletin istiklal alametidir, düşman da olsa hürmet etmek lazımdır, kaldırıp topun üzerine koyunuz."1


Atatürk`ün Yargıç Kararına Saygısı

Ölümünden iki yıl önce Atatürk'ün canına kıymak için kurulan bir tuzak meydana çıkarılmıştı. Hem de bu düzeni kurmakla suçlanan kimse "Milli Mücadele"den beri Ata'nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme oluşturdu. Herkes bunu konuşuyor, "nasıl olur" diyor, bir türlü herhangi bir nedene bağlanamıyordu.
Sanık yakalandı, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk'ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı; kimi "bu üzüntülü olayı anmak istemiyor" dedi, kimi de "bunun doğru olduğuna inanmıyor" diye düşündü.
Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.
İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki, Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi:
"Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir."2


Asla Bolşevik Olmayacağız

Ankara'nın Şubat ayına gelen oldukça soğuk ve karlı bir gecesi idi. Ankara kulübünde bir balo tertip edilmişti. O zamanın bütün mümtaz simaları orada idiler. Saat henüz 12'ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandıran bir haber baloya yayıldı:
"Gazi Paşa baloya geliyorlar!"
Rus Sefarethanesi'nde imişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus Sefiri de baloya gelmişti.
Bir aralık Sefir, salonunun ortasına doğru ilerlemekte olan Gazi'ye yaklaşarak Fransızca:
"Ekselans" dedi, "Sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müşterek bir gaye uğrunda varlığını kurtarmağa çalışan milletleriz. Türkiye'nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek şerefini kazanabilir miyim..."
Atatürk evvela gülerek elini uzattı, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kıymetli Ata'mız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin huzurunda şu cümlelerle Sefirin sözlerini cevaplandırdı:
"Ekselans, gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır. Yalnız şuna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla bolşevik olmayacağız!"3


Atatürk'ün Eşitlik Anlayışı

Atatürk bir gün Dolmabahçe'den gizlice çıkar, Topkapı Sarayı Müzesi'ne gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı "Henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi. Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin" der.
Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk'ü tanımamış ve birden fazla bu sözlere muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu olayda mühim olan nokta Atatürk'ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir. 4


Satı Kadın

Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi. Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam'a giderken Kazan Köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaşlısı, ihtiyarı köylerin içinden geçen, köşede duran bu yabancı konukları görünce hep beraber koşuştular. Kimi su getirdi, kimi ayran, bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı Ata'ya uzattı:
"Bir soğuk ayran içer misiniz?" dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata'sı, ayranı kana kana içmiş ve bir an durakladıktan sonra ona;
"Senin kocan kim?" diye sormuştu.
Köylü kadını, yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası idi; Ankara'nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
"Ne zaman doğdun?"
"1919'da Atatürk Samsun'a çıktığı zaman doğdum."
Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yaşında olması lazım gelirdi. Halbuki karşısındaki kadın 25 yaşlarında görünüyordu; tekrar sordu:
"Nasıl olur?"
Evet, nasıl olurdu. Bu Satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:
"Evet Paşam, ondan evvel yaşamıyordum ki!"
Bu espiri Ata'yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi. Daha sonra biz, Satı kadını Büyük Millet Meclisi'ne giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.5


İnsan Sevgisi

Devlet Bürokrasisi Cumhuriyet'in ilanından sonra idi. Karadeniz'de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize'ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti. Vali'ye :
"Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz?" diye sordu.
Vali de anlattı; yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.
Ata'nın kaşları çatıldı. Oldukça sert bir dille :
"Vali Bey" dedi. " 'Corvee' nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim: Angarya demektir. Ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet'te angarya diye bir şey yoktur." 6


İleri Görüşlülük

21.06.1935'deki görüşmelerinde:
"Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilecek mi?"
"İmkan yok"dedi, "İmkan yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika'nın milliyetler topluluğunda işgal ettiği yüksek durumu herhalde etkili olacaktır. Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine birçok bağlarla bağlıdır.
Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanda oturanlar gibi görüyordu.
Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır.
Eğer apartman, oturanlarının bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin etkisinden kurtulması olanak yoktur. Savaş için de aynı şey olabilir. Birleşik Amerika Cumhuriyeti'nin bundan uzak kalması imkansızdır."
Atatürk şu sözleri ilave etti:
"Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez."7


Halka Değer Verme

Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları toplantıda herkes, Türkiye'nin düştüğü acıklı duruma bir çare arıyor. Amerikan, İngiliz koruyuculuğundan söz ediliyor. Bir ara Mustafa Kemal Paşa'ya da ne düşündüğünü sordular. Atatürk, şu kısa cevabı verdi:
"Efendiler, hepiniz konuştunuz, isteklerinizi beyan ettiniz ve birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat... Anadolu'ya bir şey sordunuz mu, Anadolu'yu dinlediniz mi?
Ona da soralım, bir de onu dinleyelim efendiler!"8


Bu Millet O Kadar Zengin Değil

Bir tarihte Atatürk Ege vapuru ile Mersin'e gitmiş. Dönüşte vapur Fethiye'de durmuş. Kasabada halk şenlik yaparken, gemilerden de havai fişekler atılıyormuş. Kendisine refakat eden Zafer Torpidosu'nda bulunan Atatürk, donanmanın şenliklerini seyrederken, zafer torpidosu komutanına kumandanlardan biri, bir torpil atmasını söylemiş. Torpido kumandanı:
"Hayhay efendim, yanlız bir torpilin kıymeti elli bin liradır" demiş.
Bunun üzerine Atatürk:
"Vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir."
Ve torpido kumandanına dönerek:
"Sizi tebrik ederim" diye iltifatta bulunmuş.9


Atatürk'ün Bir Hediyesi

Bir gün Konya'da Behiç Bey'in evinde Mustafa Kemal General Tawsend şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette Behiç Bey, Muhtar Bey, Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa Kemal misafirine dedi ki:
"Biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazi bir başkumandanıyım. Size ancak bu tesbihi verebiliyorum" diyerek elindeki kırmızı mercan tesbihi hediye etti ve sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak General'e dedi ki;
"Bu saati bana Anafartalar'da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere'ye döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum" diyerek General'e teslim etti.10


Vatanımın Toprağı Temizdir

Kral Edward İstanbul'a geldiği zaman, yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı'na yanaştı. Atatürk de rıhtımda onu bekliyordu. Deniz dalgalı idi ve Kral'ın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de Kral'ı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören Kral bir mendille elini silmek istediği bir anda Atatürk:
"Vatanımın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez!" diyerek, Kral'ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi.11


Ankara'yı Neden Başkent Yaptım

Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile köşkünün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski köşkün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara'nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize:
"Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim?" diye sordu.
Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından:
"Neden?" suali gelince, kimi staratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz kayalık güzeldir gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk:
"Şimdi dalkavukluğu bırakın" diyerek münakaşayı kapattı. Ankara'nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk'ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak."12


Milletine Olan Güveni

Toplantıda kendisinden evvel söz söyleyenlerden biri ona: "Nereden ilham ve kuvvet" aldığını sormuştu; Atatürk bu soruya millet hizmetinde bulunan insanların ilham kaynakları hakkında, uzunca bir tahlil yaparak cevap verdi. Sonunda kısaca demişti ki:
"Efendiler... İlham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir; milletin müşterek arzusu, gerçek temayülüdür. Varlığımızı, istiklalimizi kurtaran bütün teşebbüs ve hareketler; milletin müşterek fikrinin, arzusunun azminin yüksek tecellisinden başka bir şey değildir."13


Herkesin Millete İnanmasını İstedi

Zaferi müteakip yaptığı seyahatte Samsun'a da uğramış, orada öğretmenlerle görüşüyordu.
Öğretmenler adını konuşanların, kendisi hakkında çok sitayişkarane sözler söyleyişlerini sükunetle dinledikten sonra, onlara şu cevabı vermişti:
"Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı, istediğiniz gibi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz! Fakat bu sevgi, sizi milli varlığınızı, bütün muhabbetlerinize rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermenize sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olmaz. Ben ancak vazifemi yaptım. Bana, bu ilhamı ve kudreti nereden aldığımı soruyorsunuz. Cevap olarak diyebilirim ki, bugünkü uyanıklığı, düne, geçmişe borçluyuz. Geçmişte bu milletin çektiklerinden büyük bir ilham ve kudret kaynağı olamaz!"14


Millet Adamıydı

Milli Mücadele'nin buhranlı günlerinde, Ankara civarında yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rast gelmişti. Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu:
"Hocam, bu uçak nasıl uçuyor?"
"Ne bileyim ben... Öğretmediler ki bize?"
"Peki, sen ne bilirsin?"
"Ne mi bilirim. Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı at dersin, atarım... İşte ben bunu bilirim ama, bunu da senden öğrendim, Paşam!"
Mustafa Kemal, bu söz üzerine:
"Var ol hocam!.. Ama, şunu da bil ki, ben de senin gibiyim... Ben de, milletin hiçbir arzusunu, hiçbir isteğini, hayatım pahasına da olsa, yapmamazlık edemem!.."15


Atatürk ve Din Adamları

Milli Mücadele'nin en buhranlı günleriydi. İstanbul ile Ankara arasında fetva kavgası tüm şiddetiyle devam ediyordu. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendi bünyesi içindeki din adamlarından seçtiği İrşad (Aydınlatma) Heyetleri'ni vatanın köyüne-kentine göndermek ve gerçekleri vatandaşa anlatmakla görevlendirildi. Milli Eğitim Bakanı Türk Ocakları Genel Başkanı olan rahmetli Hamdullah Suphi Tanrıöver'di. Mustafa Kemal'e geldi.
"Paşam... Bunlar çoğunlukla Arapça konuşacaklar. Halk ne anlayacak?"
Atatürk gülümsedi.
"Sen üzülme Hamdullah... Onlar Arapça konuşsalar bile Türkçe düşünürler" dedi.



Cami ve Atatürk

Mustafa Kemal Edirne'yi ziyaretinde Mimar Sinan'ın o muhteşem camiine bir müddet hayran hayran baktıktan sonra fikrini ve ihtisaslarını şu sözlerle belirtti:
"... Camiler, birbirimizin yüzüne bakmak için yapılmamıştır. Camiler, itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için, neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmışlardır."16


İslam Dini

Gene bir toplantıda din konusu tartışılıyordu:
Atatürk:
"Din insanların gıdasıdır. Dinsiz adam boş bir eve benzer. İnsana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu elbette en mükemmelidir. İslam Dini hepsinden üstündür."17


Atatürk'ün Dindarlığı

Sabiha Gökçen şöyle naklediyor:
"10-11 yaşında idim. Bursa'daki evimiz Atatürk'ün köşküne çok yakındı. Bir gün Atatürk Bursa'yı şereflendirmiş, köşkün bahçesinde dolaşıyordu, ben de onu yakından görmek arzusu ile kıvranıyordum.
Yine bir gün bahçede dolaştığı sırada yerimden fırladım, Ona doğru koştum. Beni yolumdan çevirenlere ağlamakla karşı koymaya çalışıyordum, birden bir ses işittim: "Bırakın onu" diyordu, "Bırakın gelsin." Koşarak Ata'nın yanına gittim, ellerine sarıldım. Atatürk sordu:
"Çocuk, sen okula gidiyor musun?"
Harpler sebebiyle okulumu yarıda bırakmıştım ve bir yatılı okula alınmamı istedim.
"Ben seni yanıma alayım, gelir misin?" diye Atatürk sordu.
"Abime sorayım" dedim. Kabul ettiler, derhal çağırtarak onunla konuştu, anlaştılar. Böylece Çankaya'ya geldim.
Uzun zaman ayrı kaldığım okuluma yeniden başlamanın sevinci içinde memnundum. Çankaya Köşkü bahçeleri içindeki eski bir seyis evi düzeltilerek okul haline getirilmişti. Köşkte çalışanların, yaverlerin ve diğer hizmetlilerin çocukları ile birlikte ben de bu okula gitmeye başladım.
Bir sabah, Ata'nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri ile meşguldü. Bir süre ayakta bekledim birden, derin bir iç geçirdi ve "Allah!" dedi. (O, sık sık bu şekilde yapardı.)
Atatürk hakkında evvelce çok şeyler duymuştum, bu tesirle olacak bir hayli şaşırdım. Onun ağzından Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı.
Ata'nın yüzüne şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki:
"Sen dindar mısın?" diye sordu.
Ben de ailemden aldığım din terbiyesi ile;
"Evet dindarım" dedim ve bu cevabımı nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım. Cevabım hoşuna gitmişti.
"Çok iyi... Allah, büyük bir kuvvettir. O'na daima inanmak lazımdır" dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım ki; Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata, bütün söylenenlerin hilafına dindar bir insandır. 18


Allah'a ve Peygamberimiz (sav)'e Çok Saygılıydı

Kimsenin inancına karışmaz, dindar kişilere saygı gösterir, yobazlara, softalara çok kızar, din kavramının sömürülmesine izin vermezdi. Allah ve Peygamberimiz (sav) hakkındaki konular, Atatürk'ün yanında tartışma konusu yapılamazdı...
Kadir geceleri mevlit dinlediği de olurdu. Hafız Yaşar Bey'in mevlidini saygı ile dinlerdi. Mevlidin miraç bölümünde, "göklere çıktın Mustafa" denince, gözleri yaşarırdı. O zaman hemen kolonya ***ürürdük; inanışı samimi idi.
Öyle "Allah" derdi ki yalnız kalınca, Onun gibi kimse diyemez. Herkes çekilip yapayalnız kalınca gökyüzüne bakar, kendi kendine "Allah" derdi. Bir gün sofrada çevresindekilere :
"Bana Allah'ın büyüklüğünü anlatır mısınız?" diye sordu.
Konuklar birer birer Allah'ı nasıl anlayabildiklerini anlattılar. Atatürk hepsini dikkatle dinledi.
Bir yaz akşamı Dolmabahçe Sarayı'nda kadınlı erkekli bir yemek vardı. 8-9 saat süren yemek sona ererken salonun büyük kapısının parmaklıkları arasından güneş doğuyordu. Atatürk'ün bir işaretiyle manevi kızlarından Nebile Hanım, sandalyesinin üzerine çıktı. Sabah ezanı okumaya başladı. ... Ahenkli bir ses geniş salonda yankılandı.
Atatürk başını yukarı doğru kaldırmış, kendinden geçmiş bir halde ezanı dinliyordu. Bir an geldi, yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı. 19


Atatürk Hz. Muhammed (sav)'e Hayrandı

Atatürk tarihin büyük simaları içinde en çok kimleri beğenirdi?
1924 Martı'nın 3. günü Meclis kürsüsünde hilafet nutkunu söylerken Yavuz Selim'den hep "Hazreti Yavuz" diye bahsetti. En çok takdir ettiği kumandan Timur'du. "O sizin yerinizde olsa yaptıklarınızı yapabilir miydi?" diyene "Bunu bilmem, fakat ben onun yerinde olsaydım, yaptıklarını yapamazdım" dedi.
Fakat yeryüzünde kendisinin en hayran olduğu kimse, şüphesiz ki Hz. Muhammed (sav)'dir. O'nun devlet kurmaktaki şefliğine hayrandı. Hiç yoktan devlet kurmak.20


Namaz Kılan Memurlar

Atatürk devrinde namaz kılan memurların işlerinden atıldığı kesin olarak yalandır. Ordunun başı olan rahmetli Fevzi Çakmak yardımcısı Orgeneral Asım Gündüz namaz kılarlardı. Atatürk devrinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olan Abdülhalik Renda, Cuma namazlarını Hacı Bayram Camii'nde kılardı. Yazılarımızın doğruluğunu ispat için canlı şahit de gösterebiliriz. Çok şükür Asım Gündüz Paşamız hayattadır. Kendilerinden sorabilirsiniz.
Yıl 1930, Atatürk Fevzi Çakmak'la birlikte yurt gezisine çıkıyor, yolculuk trenle yapılıyor. Vagonda Atatürk, Fevzi Çakmak'la başbaşa vermiş memleket işlerini görüşüyor. Dalkavukluğu ile tanınan bir milletvekili içeri giriyor. Ata'nın kulağına gizli bir şeyler söylüyor. Atatürk birden kaşlarını çatıyor ve Fevzi Paşa'ya dönerek, "Paşam, lütfen beni takip ediniz, arkadaş bir haber getirdi, birlikte inceleyelim" diyor.
Atatürk ile Çakmak Cumhurbaşkanlığı Maiyet Erkanı'na aid vagona geçiyorlar. Atatürk vagonun kapısını hafifçe açıyor ve Fevzi Paşa'ya gösteriyor. Yüksek rütbeli bir subay vagonda kanepe üzerinde namaz kılmaktadır. Atatürk vagonun kapısını kapadıktan sonra milletvekilinin yüzüne tükürüyor ve Mareşal'a diyor ki: "Paşam, bu adamın biraz evvel kulağıma gizli bir şeyler söylediğini gördünüz. Bu adam, Muhafız Kıtası'na mensup yüksek rütbeli bir subayın vagonda namaz kıldığını gammazladı. Bu adam, namaz kılmayı kendi aklınca suç görüyor. Durumu size göstermek için buraya kadar zahmet ettirdim."
Atatürk ilk istasyonda milletvekilini trenden indiriyor ve gelen devrede milletvekili seçtirmiyor.
Cumhuriyet'in ilk Diyanet İşleri Başkanı rahmetli Rıfat Börekçi'den defalarca dinledik. Rıfat Börekçi bize şöyle söylemişti: "Ata'nın huzuruna girdiğimde beni ayakta karşılarlardı. Utanır, ezilir, büzülür, "Paşam beni mahcup ediyorsunuz" dediğim zaman "din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır" buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi." 21


Atatürk'ün Din Telakkisi

Atatürk'ün din telakkisini kati olarak pek az kimse öğrenebilmiştir. Orman Çiftliği'nde başbaşa kaldığımız bir gün, din hakkında ne düşündüğünü sordum. Bana dedi ki:
"Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var...
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanın emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz, düşünüşe ve tefekküre muhalif değiliz. Biz sadece, din işlerini millet ve devlet işleriyle karşılaştırmamaya çalışıyoruz; kaste ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz. Mürtecilere asla fırsat vermeyeceğiz". 22


Büyük Atatürk Ölünce; Sene 1938, On Kasım...

İstanbul Üniversitesi'nde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:
"Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?"
"Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın."
İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:
"Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki..." der. 23


Kırk Asırlık Türk Yurdu

1923 Martı'nın on beşinci pazar günüydü. Atatürk, Adana istasyonunda trenden inmiş, sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları ve "Yaşa, varol!" sesleri arasında yaya olarak şehre gidiyordu.
Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk'ün önünde durdular, arkalarında bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın şahsın da henüz esir bulunan İskenderunlu Antakya'nın Türk olan bütün halkı, "Bizi de kurtar!"diye yalvarıyordu.
Herkesin gözleri yaşarmıştı; hıçkırıklarını tutamayanlar vardı.
Atatürk'ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince, alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünden bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:
"Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!" dedi.
On altı yıl sonra Hatay davasının en heyecanlı günlerinde hasta ve bitkin olmasına, mutlak istirahat tavsiyesine rağmen, Hatay'a yakın olmak için tekrar Adana'ya gitti. Dört saat ayakta durmak ve çalışmak gibi olağanüstü ****net gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk'ü kaybettik.
İsmail Habib bu bahsi şöyle bitirir:
"Hatay, Hatay!.. Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu."24


Babasının Tarlası

Bir gün bir köylü Atatürk'ün Orman Çiftliği hudutları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. İhtar ettiler, dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk'e söylediler.
Atatürk teftişe çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:
"İşte budur!" dediler.
Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü. Yaklaşınca sordu:
"Burada ne yapıyorsun?"
Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi:
"Tarlayı sürüyorum."
"İyi ama, bu tarla senin midir?"
"Değildir."
"Kimindir?"
"Atatürk'ündür!"
Köylü bu cevabı vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:
"İyi ama, sen başkasının toprağını ona sormadan ve izin alınmadan sürülüp ekilmeyeceğini bilmiyor musun?"
Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:
"Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!"
Atatürk'ün kaşları çatıldı ve büyük bir merak ve hayretle ona sordu:
"Bu hakkı nereden alıyorsun?"
"Çok basit... Atatürk bizim babamız değil mi? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?"
Atatürk'ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu, köylünün sırtını okşadı ve;
"Haklısın!.." diyerek uzaklaştı. 25


Atatürk ve Liman von Sanders

Mustafa Kemal Arıburnu kumandanıdır. İngilizler Anafartalar'a çıkmışlardı. Vaziyet buhranlı ve çok tehlikeli idi. Mustafa Kemal, Başkumandan vekili Enver Paşa'ya doğrudan doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden cevap alamıyordu. O sırada karargahı Yalova'da bulunan Liman von Sanders Paşa telefonla Mustafa Kemal'i arıyor. Muhavereye delalet eden Erkan-ı Harbiye Reisi Kazım Bey'dir. Liman von Sanders'in sorduğu sual şudur.
"Vaziyeti nasıl görüyorsunuz, nasıl bir tedbir-i tasarruf ediyorsunuz?"
"Vaziyeti nasıl gördüğünüzü çoktan size iblağ etmiştim. Tedbire gelince: Bu dakikaya kadar çok müsait tedbirler vardı. Fakat bu dakikada bir tek tedbir kalmıştır."
Liman von Sanders Paşa soruyor:
"O tedbir nedir?"
Cevap katidir:
"Bütün kumanda ettiğimiz kuvvetleri tahtı emrine veriniz. Tedbir budur."
Cevap müstehzidir:
"Çok gelmez mi?"
"Az gelir."
Ve telefon kapanıyor. Pek kısa bir zaman sonra hadiseler, Liman von Sanders Paşa'yı kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa Kemal'in emri altında vermeye mecbur etmiştir. 26


Mustafa Kemal Paşa ve Yunan Kuvvetleri Komutanı Trikopis

Bütün bu taarruz esnasında Gazi'nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan kuvvetleri komutanı General Trikopis'in başkumandan çadırına nasıl getirildiğini şöyle anlattılar:
"Trikopis, diğer esir kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ile birlikte Gazi'nin huzuruna çıkarıldıkları vakit, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi malubiyetlerin tarihte misalleri olduğunu, sevk ve idarede vazifesini bi hakkın yapmış iseler, vicdanen müsterih olabileceklerini söylediği zaman Trikopis:
"Askeri vazifemi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl vazifemi maalesef yapamadım"diye intahar edemediğini anlatmak isterken Gazi:
"O size ait bir düşüncedir" diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde:
"Şurada bir fırkanız vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere süreydiniz daha iyi olmaz mıydı?" gibi bazı tenkitler yapmış, Trikopis:
"Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki kolordu komutanını gösterirken) bu yapamadı!" demiş.
Bu görüşmeler olurken esir fırka kumandanı yavaşça yanında bulunan zabitlerimizden birine:
"Bizim ile konuşan bu general kimdir?" diye sormuş zabit:
"Başkumandan Mustafa Kemal" deyince adam hayrete düşmüş:
"Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim başkumandan İzmir'de vapurda oturuyordu!" diyerek derdini dökmüş. 27


Dinlemekten Zevk Alırım

Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek:
"Paşam..." demiştim, "şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalaalarına nasıl olsa sonunda iştirak etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malum... O halde, ne diye onları birer birer çağırıp karşısında söyletirsin?"
Atatürk, yüzüne alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti:
"Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir kanaatı hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi bile edecek olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım." 28


Atatürk ve Alemdar

Atatürk, Osmanlı Padişahları arasında Yıldırım Beyazıd, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, IV. Murat'ı beğenirdi. Sadrazamlar arasında da Alemdar Mustafa Paşa'ya kızardı:
"Biraz kültürü olsaydı Cumhuriyet'i ilan ederdi!.." derdi.
"Büyük Reşit Paşa'nın kültürü ile Alemdar Mustafa Paşa'nın kültürü birleşebilseydi, ben tarihe başka bir görevle girerdim" demişti.29


Atatürk'e Bir Köylünün Cevabı

Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskovlar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:
"Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler..."
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayrimüslimler durmadan zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk'e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.
Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
"Bu köşk kimin ?"
"Kirkor'un... "
"Ya şu koca bina?"
"Yargo'nun"
"Ya şu ?"
"Salomon'un..."
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
"Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?" Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:
"Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna boylarında, Balkanlar'da Arnavutluk dağlarında, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk Paşam..."
Atatürk bu hatırasını naklederken :
"Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur" der dururdu. 30


Atatürk'ün Ağzından Türk Köylüsü

Bir gün Akşehir civarında bir köye gittim. Çok yağmur yağıyordu ve soğuk vardı. Kendimi belli etmeyerek, bir evin önünde duran kadına: "Bacı yağmur var, soğuk var. Beni çatın altına kabul eder misin?" dedim. Hiç tereddüt etmeyerek "buyrun" dedi ve beni bir odaya aldı, odada ateş olmadığı ve yeni bir ateşin yakılması uzun zamana bağlı olduğu için:
"İsterseniz bizim odaya gidelim. Orada hazır ateş var" dedi. Gittik. Müteakiben komşulardan birkaç kadın ve birkaç erkek geldi. Beraberce konuşmaya başladık. Konuşurken bana en mühim sualleri soranlar kadınlar oldu.
Askerin vaziyetini, düşmanın halini, en mühim düşmanın hangisi olduğunu sordular ve bunları sorarken hiçbir telaş ve tekayyüde lüzum görmediler. İnsanca konuştular. Fakat biraz sonra, benim kim olduğumu anlayınca telaş gösterdiler ve söyledikleri, sordukları şeylerden kendilerine bir zarar geleceğini zannederek korktular! Çünkü şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmayı büyük bir kabahat telakki etmişlerdi...31


Sakarya'nın Değeri

Yıllar sonra bir ressam, Mustafa Kemal'e Sakarya Savaşı'nı gösteren bir tablo hediye etti. Kendisi, ön planda yağız bir savaş hayvanına binmiş olarak görünüyordu. Ressam, tebrik beklerken, birdenbire Mustafa Kemal'in "bu tabloyu kimseye göstermeyin" demesi üzerine şaşırıp kaldı. Kimse ne söyleyeceğini bilemiyordu. Mustafa Kemal açıkladı:
"Savaşa katılmış olan herkes bilir ki, hayvanlarımız bir deri, bir kemikten ibaretti, bizim de onlardan arta kalır yanımız yoktu. Hepimiz iskelet halindeydik. Atları da, savaşçıları da böyle güçlü kuvvetli göstermekle Sakarya'nın değerini küçültmüş oluyorsunuz dostum."32


Babalık Duygusu

Düğün, Onun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde geçmişti. Ata ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra diziliverdi. Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız ******nun başına uzattı.
Çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olan çifte yavaşça seslendi: "Öpeyim mi?"
Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.
Atatürk ****** iki eliyle kaldırdı, öptü ve yere bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı.
Uyanık ve duygulu çocuk : "Ben de öpeyim, ne olursunuz Atatürk" diye direndi.
Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, ****** bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.
Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş mi idi?


Atatürk ve Annesi

Bu ana, oğluna daha beşik ****** iken, vatan ve millet sevgisini telkin eden ninnilerden başlamış, Onu her çağında aynı akidelerle büyütmüş, köyde, şehirde tahsile sevk etmiş, ilim ve irfan aşılamıştı. Yetişen, mevkiini bulan halaskar oğlunu, o, Mustafa Kemal yapmıştı.
Anasını ziyaretlerinin her birinde Atatürk onun mübarek elini büyük bir saygıyla öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür Mustafa olurdu.
Çankaya'da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir vaziyeti, kıymeti hudutsuz olan Bayan Zübeyde'nin faal zekasının bir numunesi olarak arz edeceğim.
Atatürk, anasının elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk'ü bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra aziz Türk Milleti'ne eşsiz bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalıydı. Fakat öyle olmadı, bahtiyarlığını gülen ve şirin yüzünden okurken o büyük Türk anası kolları arasında uzaklaşan ciğerparesinin eline sarıldı. Atatürk: "Ne yapıyorsun anne" dedi. Elini çekmek istedi.
Bayan Zübeyde, sükunetle ve kat'i bir ciddiyetle:
"Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun, fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebasıyım. Elini öpebilirim." cevabını verdi.
Oğlunun elini öpmekten ziyade Bayan Zübeyde, bu hareketiyle oğlunun mevkiinin en büyük ihtirama layık olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu. Büyük Türk anası Sayın Bayan Zübeyde'yi ne zaman hatırlasam gözlerim yaşarır, onun buna benzer hatıraları önünde derin hürmet duyarım. Bu mülakat sayesinde gerek onu ve gerekse oğlunu her ikisinin büyük terbiye ve nezaket kabiliyetlerini daha yakından tanımıştım.33


Yanlışlarımı Halk Düzeltsin

Atatürk bir gün Türkiye'ye ziyarete gelen yabancı bir zatla Ankara Palas'ta halkın önünde ve arasında konuşurken şöyle demişti:
"Ben düşüncelerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim. Yanlışım varsa, halk beni tekzip etsin." 34


Ordu ve Politika

Meşrutiyet'in ilanı üzerine hürriyeti sağlamakta az veya çok gayret göstermiş olan subaylar, kendilerini birdenbire politika içine yuvarlanmış buldular. Üst ve ast arasında orduyu ayakta tutan geleneksel saygı ve disiplin de çok azalmıştı. Bir gün, çok genç bir ittihattçı teğmenin, ömrünü savaş meydanlarında geçirmiş bir tümen kumandanından bahsederken:
"Adam yüzüme dik dik baktı. Fakat ben selam vermek bile istemedim."dediğini yakın bir arkadaşım anlattı. Ne İttihat ve Terakki Cemiyeti subaylara ve ne de subaylar Cemiyet'e söz geçirmez oldular. Genel Merkez insiyatifi kaybetti. Çünkü daha önce de anlattığım gibi, ne bir programı ne de o programı uygulayacak lideri vardı. Talat (Paşa) bir gün bize:
"Vallahi, ben de şaşırdım, kaldım. Suyun durulmasını bekliyoruz." demişti. Olaylardan en ziyade, müteessir olan Mustafa Kemal'di. İhtilalden önce yaptığı uyarmaların hiçbir etkisi olmadığını görmüş, teesürü büsbütün artmıştı.
Diyordu ki:
"Ordu muhakkak ve derhal siyasetten çekilmelidir. Aksi takdirde, bir kudret olmak vasfını kaybedecektir. Bu ise, memleket için bir felaket olacaktır."
 
Yukarı Alt