A

Anonymous

Guest
Cahiliye Dönemi :

Bilgisizlik, gerçegi tanimama. Islâm, tam bir aydinlik ve bilgi devri oldugu için, Arabistan'da Islâmiyet'in yayilmasindan önceki devre, daha dar anlami ile Hz. Isa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliyye" devri adi verilmistir.

Cahiliyye, insanin Allah'i geregi gibi tanimamasi, ona kulluk etmekten uzaklasmasi, onun ilâhî hükümlerine degil de kisinin kendi hevâ ve hevesine uymasi, insanlarin koydugu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düsüncelere inanmasidir. Kur'an-i Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçegi bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Mâide, 5/50) buyurulur. Islâm'in hakim olmadigi ortamlar Cahiliyye çaglaridir. Çünkü ilâhî bilginin kaynagindan yoksun olan ortamlardir. Islâm'in gelisinden önceki dönemde yasayan müsrikler Allah'a isyan etmis onun hükümlerine sirt çevirmis bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardi. Cahiliyye Araplari'nin sürdügü hayattan ve içinde yasadiklari ortamdan bazi örnekleri söyle siralamak mümkündür:

Putlara Taparlardi

Cahiliyye insanlari Allah'in varligini kabul etmekle beraber putlara taparlardi. Onlar putlarinin Allah katinda kendilerine sefaatçi olacaklarina inanirlar ve: Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklastirsinlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) derlerdi.

Icki Icerlerdi

Sarap içmek adeti çok yaygindi. Sairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki siirleri edebiyatlarinin büyük bir kismini teskil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)'in bildirdigine göre Islâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksanbirinci ayetleriyle kesin olarak haram kilinmis, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bagirttirarak bunu ilân ettiginde Medine sokaklarinda sel gibi içki akmistir (Müslim, Esribe, 3)

Kumar Oynarlardi

Cahiliyye çaginda kumar da çok yaygindi. Cahiliyye Araplari kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katilmamak ayip sayilirdi. Onlarin sairlerinden biri karisina söyle vasiyette bulunur:

"Ben ölürsem, sen, aciz ve konusma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme."

Tefecilik Yaparlardi

Tefecilik almis yürümüstü. Para ve benzeri seyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alirlardi. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artirayim mi?" derdi. Onun da ödeme imkâni varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katina, üçüncü sene için dört kat ina çikarir ve artirma islemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve faizin her çesidini haram kilan Allah, özellikle Araplar'in bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin." (Âli Imrân,3/130) buyurmustur.

Faiz Oranlari Cok Büyüktü

Faizcilik Araplar arasinda o kadar yerlesmisti ki ticaretle onun arasini ayiramiyorlar; "Faiz de tipki alis-veris gibi" diyorlardi. Bunun üzerine inen ayette: "Allah alis-verisi helâl, faizi ise haram kilmistir. " (el-Bakarâ, 2/275) buyrulmustur.

Fuhus Cok Büyük Orandaydi

Cahiliyye Araplar'i arasinda fuhus da nadir seylerden degildi. Cariyelerini zorla fuhusa sürükleyenler vardi. Kur'an-i Kerîm'de bu hususa isaretle: "Iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhsa zorlamayin. " (en-Nûr, 24/33) buyurulur.

Kocanin birkaç metresi oldugu gibi, kadinin da baskalariyla iliskide bulunmasi, bazi çevrelerce nefretle karsilanmayan bir davranisti. Fuhusla ilgili Cahiliyye Araplarinin su adetlerini zikredebiliriz:

Kadin âdetinden temizlendikten sonra kocasi ona "su adama git ve ondan hamile kal" derdi. Kadin istenilen adamla beraber olduktan sonra kocasi hamileligi belli oluncaya kadar ona yaklasmazdi. Sonra yaklasabilirdi. Bu, iyi bir çocuga sahip olmak için yapilirdi.

Sayilari üç ila on arasinda degisen bir grup erkek kadinin evine girerek, sirasiyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadin hamile kalip da dogum yaparsa dogumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çagirir, erkekler de zorunlu olarak bu davete istirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanlari biliyo rsunuz, dogum yaptim" içlerinden birine isaret ederek "çocugun babasi sensin" derdi. O da bundan kaçinamazdi.

Bazi fuhus yapan kadinlar da taninmalari için kapilarina bayrak asarlardi. Bu tür kadinlardan biri dogum yaptigi zaman teshis heyeti toplanip çocugun kime ait oldugunu tespit ederdi. O da çocugun babasi oldugunu kabul etmek zorunda kalirdi. (Buhârî, Nikah, 36)

Kadina deger verilmez, hak ve hukuku taninmaz, adeta bir esya gibi telakki edilip miras alinirdi. Biri ölüp karisi dul kalinca ölenin varislerinden gözü açik biri hemen elbisesini kadinin üzerine atardi. Kadin daha önce kaçip bu halden kurtulamazsa artik onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir baskasiyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanir ve kadina bundan birs ey vermezdi. Dilerse, kocasindan kendisine kalan mirasi elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadinlara zorla mirasci olmaya kalkmaniz size helâl degildir. " (en-Nisâ, 4/19) buyurulmustur. (Sevkânî, Fethu'l-Kadir, I, 440).

Yiyeceklerin bazisi yalniz erkeklere ait olup kadinlara yasak ediliyordu. "Onlar: Bu hayvanlarin karinlarinda olan yavrular yalniz erkeklerimize mahsus olup, eslerimize yasaktir. Ölü dogacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler (En'âm, 6/139)

Kizlari Diri Diri Topraga Gömerlerdi

Cahiliyye Araplari'nin kötü adetlerinden biri de kiz çocuklarini diri diri topraga gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarini korumak veya ar telakki ettikleri için, bazilari da sakat ve çirkin olarak dogduklarindan yapiyorlardi. Kur'an-i Kerîm'de su ayetlerde buna isaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kiz evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi. " (ez-Zuhruf, 43/17), " Diri diri topraga gömülen kiz çocugunun hangi suç la öldürüldügü soruldugu zaman... " (Tekvir, 81/8-9), "Ortak kostuklari Seyler müsriklerden çoguna çocuklarini öldürmeyi süslü gösterirdi. "(el-En'âm, 6/137)

Ekin ve hayvanlarini iki kisma ayiriyor bir kismini Allah'in böyle emrettigini sanarak Allah'a veriyor ve bir kismini da Allah'a es kostuklari putlarina ayiriyorlardi. Onlar bu batil inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'in payina düseni aliyorlar, onu es kostuklari putlarin payina ekliyorlardi. Ama putlarinin payindan alip öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. "Allah'in yarattigi ekin ve hayvanlardan O'na pay ayirdilar ve kendi iddialarina göre: "Bu Allah'indir, Su da ortak kostuklarimizindir" dediler. Ortaklari için ayirdiklari Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayirdiklari ortaklar i için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!" (el-En'âm, 6/136).

Bir kisim hayvanlarla ekinlerin bazisini dilediklerinden baskasina yasakliyorlardi. Ayrica bir kisim hayvanlara binerken ve keserken Allah'in adinin anilmasina engel oluyorlardi. (el-En'âm, 6/138).

Bunun disinda hayvanlarla ilgili su adetleri de vardi:

Deve bes batin dogurup besincisinde erkek dogurursa kulagini çentip serbest birakirlardi. Artik ona binmeyi ve sütünü sagmayi haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra"* derlerdi.

Saibe*; dilegi yerine gelen kimsenin putlara adadigi deve idi. Buna da binilmez ve sütü sagilmazdi.

Vasîle*; koyun disi dogurursa kendileri için; erkek dogurursa putlari için olurdu. Sayet biri erkek, biri disi olmak üzere ikiz dogurursa, disinin hatiri için erkegi de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi.

Hâm* ; bir erkek devenin soyundan on döl alinirsa onun sirti haram sayilir, su ve otlakta serbest birakilirdi. Kimse ona dokunmazdi.

Bütün bunlardan baska müsrikler atalarindan devraldiklari birtakim adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunlarin bazilarinin, kendilerini Allah (c.c.)'a daha çok yaklastirdiklarini ileri sürüyorlardi.

Ibn Ishak sunlari aktariyor: "Kureys, ya Fil olayindan evvel veya daha sonra meydana geldigini tahmin ettigim bir bid'at ortaya çikardi ki, tarihte (Hums) diye anilip, asalet-i diniye iddiasindan ibarettir." Bunlar: "Biz, Ibrahim'in evladiyiz, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip oldugumuz bu se ref ve itibara sahip degildir. Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin seref ve itibarini korumaliyiz. Bundan sonra Harem haricinde hiçbir seye tazim etmeyip bütün ihtiramatimizi Harem dahilinde hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sirada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardi.

Ibn Ishâk devamla: "Kureysliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da basladi. Arafat'a çikmayi, Arafat'tan ifazâyi terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardi. Ve "Biz ehlullahiz, Harem-i Serif'in hâdimleriyiz" diyerek, digerleriyle esitligi kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin Ibrahim (a.s.)'in dini muktezasi oldugunu bili yorlardi. Kinâne ile Hüzâaogulari da bu hususta Kureys'e iltihak etmislerdi.

Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmislerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafi Siyab-i Hums ile tavaf etmelerini kararlastirdilar ve uyguladilar. Bu kararin neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çikarip atmasi zarûrî idi.

Bu kararlarin ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çiplak; kadinlarin da yalniz önü yirtmaçli kisa iç gömlegi ile tavafa mecbur edilmesidir.

Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah (s.a.s)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çiplak tavaf ile birlikte diger bid'atler de yasaklanmistir.

Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Siddik (r.a.) Vedâ Hacc'indan (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafindan Hac Emîri* olarak (Mekke'ye) gönderildiginde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayrami'nin ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (su iki maddeyi) ilâna memur kilmistir. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! Iyi biliniz, bu yildan sonra müsriklerin haccetmeleri, çiplaklarin da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktir" demistir. (Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13) Fakat onlar bunu kabule yanasmamislar, atalarini körükörüne taklide çalismislardir. "Onlara: Allah'in indirdigine ve peygambere gelin dendigi zaman: Atalarimizi üzerinde buldugumuz sey bize yeter' derler. Alalari bir sey bilmeyen ve dogru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mi?" (el-Mâide, 5/104). Islâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranislarini tamamen yasaklamistir" (el-Mâide, 5/103).

Bütün bunlara baktigimizda, Cahiliyye'nin bir inanma biçimi oldugunu görüyoruz. Cahiliyye; bir seyi gerçegi disinda bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyye; insanin ve toplumun Islâm öncesi ve Islâm disi bir yasayis biçimiyle yasamasi demektir.Dogru yolun ziddi, ilmin aksi olan, eskiyen ve degisken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayislara göre kurulan her türlü Islâm disi rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir.
 
A

Anonymous

Guest
Lale Devri :


LALE DEVRİ
Pasarofça Antlaşması neticesinde ortaya çıkan barışı iyi kullanmak isteyen Osmanlılar, artık Avrupa karşısında savunma durumunda kalacağını anladığından...
Balkanlardaki sınır kalelerini tahkim etme, bölge halkını yanında tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya ağırlık vermekteydi. Damat İbrahim Pasa, Osmanlılara üstünlük kurmuş olan Avrupa’yı her yönüyle tanımak için Avrupa başkentlerine elçiler göndertti. 1718-1730 yılları arasındaki bu dönem, sanatta lâle motifinin islenmesi sebebiyle "Lâle Devri" adıyla anılmaktadır. Bu dönemde matbaa açılması, çini ve kumaş fabrikası kurulması gibi bazı müspet yenilikler yapılmışsa da, III. Ahmet ve saray çevresinin şaşalı eğlenceleri ve harcamaları huzursuzluğu artırmaktaydı. Damat İbrahim Paşa’nın, İran’a karsı başlatılan savaşta (1722) kesin netice alamaması ve uzayan savaş esnasında Tebriz'in sadrazamın gizli emriyle İran’a terk edildiği haberi, muhalefetin harekete geççesine yetti.

Patrona Halil Ayaklanması’nın patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu. Damat İbrahim Pasa ve yakınlarıyla Sultan III. Ahmet asiler tarafından katledildiler (1730)Bu olayın ardından III. Ahmet'in yeğeni I.Mustafa hükümdarlığa getirildi. (1730-1754). Kafkaslardaki sinir olaylarını bahane eden Rusya, Kirim Tatarlarına karsı büyük bir saldırı başlattı. Azak ve Bahçesaray Rusların eline geçti (1739). Fransa’nın da teşvikiyle Osmanlılar, Rusya'ya karşı savaş ilân etti. Rusya’nın yanında savaşa katılan Avusturya da, Eflâk ve Bogdan'a girmişti. Osmanlılar iki cephede de büyük başarılar kazandılar. Prusya, Fransa ve Isveç'in Osmanlılara yakınlaşması, Osmanlılar karşısında ummadıkları bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya'yi barış yapmaya zorladı. Bu savaş sırasında tekrar Osmanlıların eline geçen Belgrat'ta bir anlaşma imzalandı (18 Eylül 1739). Belgrat Anlaşmasıyla, Avusturya, Pasarofça barısıyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak'i terk ederek bölgedeki kıyı ve deniz ticaretinin Osmanlı gemileriyle yapılmasını kabul etti. Bu anlaşma geçici de olsa Osmanlıların toparlanmasını sağlamıştır. Savaşta Türklerin tarafını tutan Fransa'yla, Kanuni döneminde tanınan imtiyazları genişleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlaşması imzalanmıştır (1740). Damat İbrahim Paşa zamanında başlayan İran savaşları Lâle Devri'nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküş dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dağıstan’ı işgal etmişlerdi.

Sirvan halkının talebi üzerine Osmanlılar duruma müdahale etmiş, iki ülke arasında çıkabilecek savaş Fransa’nın araya girmesiyle önlenmişti. Rusya’nın kuzeydeki işgaline karsın Osmanlılar da Güney Azerbaycan’ı topraklarına kattılar. Sah Tahmasp 1732'de Osmanlılar ile barış yaptı. Bu durumu kabullenemeyen Afsar Nadir Bey, Sah Tahmasp'i devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlılar bazı toprakları Nadir Han'a bırakmaya razı oldu. Her iki taraf için de yıpratıcı olan bu uzun savaşlar, Kasr-i Şirin antlaşmasıyla çizilen sınırların aynen kabul edildiği 1746 anlaşmasıyla son bulmuştur.

I.Mahmut döneminde, basarili savaşların yani sıra, ordu içinde de yeni düzenlemelere gidilmiştir. Aslen Fransız olup Osmanlı hizmetine girerek beylerbeyi olan Ahmet Pasa, Humbaraci Ocağı’nı kurarak (1734), bati savaş tekniklerini burada hayata geçirmiş idi. I.Mahmut'un üvey kardeşi III.Osman’ın (1754-1757) yerine geçen, amca oğlu III. Mustafa (1757-1773) zamanında da ordu içerisinde bazı ıslahatlar devam ettirilmiştir. Nitekim onun döneminde Tophane ıslah edilerek yeni ve güçlü toplar dökülmüş, donanma yenilenmiştir. Ancak, Rusya ile başlayan harpler bu yeniliklerin yeterli olmadığını gösterecektir.
LALE DEVRİ’NDE İSTANBUL

Lale Devri 1718-1730 yılları arasında ve Sultan III. Ahmed ile Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı dönemini kapsar. Bu dönem adını o yıllarda saray çevresinde ve varlıklı kesimler arasında başlayan lale yetiştirme merakından alır.
Lale Devri’nde İstanbul, birçok yenilikler ve değişiklikler yaşadı. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa özellikle Paris ve Viyana’dan getirttirdiği projelerden esinlenerek İstanbul’un imarına el attı. İlk önce Haliç ıslah edildi ve Kağıthane Deresi ve Haliç kenarları gezinti yerleri haline getirildi. Kağıthane’de padişah için Sadabad Kasrı inşa edildi ve etrafı lale bahçeleriyle bezendi. Bu bahçeler varlıklı kesimler arasında lale yetiştirme furyasının doğuşuna neden oldu. Yine bu dönemde Üsküdar, Beylerbeyi, Bebek, Fındıklı, Alibeyköyü, Ortaköy ve Topkapı semtlerinde birçok köşk ve bahçe yapıldı. Daha önce yangınlarla harap olmuş semtler yeniden inşa edildi.
Lale Devri’nde İstanbul’un yaşadığı yenilikler sadece imar sahasında değildi. İlk olarak bu dönemde itfaiye teşkilatı kuruldu; ilk matbaa bu dönemde İbrahim Müteferrika tarafından faaliyete geçirildi. Ayrıca bir çini fabrikası, kumaş fabrikası ve Yalova kâğıt fabrikası bu yıllar içerisinde açıldı.
Lale devrinde sanat ve edebiyatta da bir canlanma yaşandı. Özellikle şair ve ressamlar saraydan büyük iltifat gördüler. Yine bu dönemde Türk mimarisi klasik dönemin son şaheserlerini vermiştir. Emetullah Gülnuş Valide Camii, Sultan III. Ahmed’in Topkapı Sarayı’nın önünde ve Üsküdar’da yaptırdığı çeşmeler, Sultan III. Ahmed Kütüphanesi ve Damat İbrahim Paşa Külliyesi bunların başlıcalarıdır.
Lale Devri Patrona Halil isyanıyla sona ermiştir. Bu ayaklanma esnasında dönemin sembolü olan lale bahçeleri ve köşklerin birçoğu tamamen tahrip edilmiştir.
 
A

Anonymous

Guest
Kapütülasyonlar :



Sözlük anlamıyla; bir ülkenin, vatandaşlarının zararına olacak şekilde yabancılara verilen ayrıcalıklardır. Osmanlı Devleti'nde Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1535'de ilk kez padişah fermanıyla Fransızlara tanınan hakların tümüdür.

Fransa Kralı I. François 1525'de Cermen İmpapartoru V. Carlos tarafından esir alınmış bunun üzerine Kralın annesi Kanuni'ye bir mektup yazarak yardım istemiştir. Bu sırada Mohaç Seferi'ne çıkacak olan Kanuni, bu yardımla Habsburglarla yakınlaşma sağlanabilir düşüncesiyle, yardım etmeyi kabul etmiştir. Fakat herşey Sultan Süleyman'ın planladığı gibi olmamış, Fransız dostluğu zamanla resmi bir kimlik kazanmıştır.

1535'te Fransızlarla Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşmayla Fransızlara birtakım haklar verilmiştir. Kapitülasyonlar, bu dostluk antlaşmasının yarattığı yakınlaşma ortamında verilmiş olan haklardır. Buna göre; Fransız bayrağı taşıyan gemiler Osmanlı egemenliğinde bulunan bütün limanlarda serbestçe ticaret yapabileceklerdi. Diğer yabancı devletler gemilerini, Osmanlı egemenliğinde bulunan denizlerde ancak Fransız bayrağı altında ticaret yapabileceklerdi.

Bu sayede Fransızlar kapitülasyonlar gereği Osmanlı denizlerinde serbestçe ticaret yapma özgürlüğüne kavuşmuştu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Katoliklere ibadet özgürlüğü verilmesi, Fransız konsoloslarına kendi vatandaşlarıyla ilgili sorunların çözümlenmesinde yargı yetkisi tanınması gibi hükümler, daha sonraki yıllarda İmparatorluğun zayıflamasıyla, devletin bağımsızlığını yok edecek kurallar haline getirilmiştir.

1569, 1581, 1597, 1614, 1673 ve 1740 yıllarında yeni kapitülasyonlar verilmiştir. 1740 kapitülasyonlarıyla, Fransa'ya tanınan haklar daha da genişletilmiş, diğer batılı ülkelere de aynı hakların tanınması kabul edilmiştir. 1740 kapitülasyonlarından sonra Osmanlı sınırları içerisindeki yabancı devletlere çok geniş ticaret yapma olanakları sağlanmış, hatta bu haklar sayesinde İstanbul'da yanacı postaneler açılmıştı.

Sevr Antlaşması'nın imzalanmasıyla kapitülasyonlardan yararlanma hakkı Yunanistan ve Ermenistan'a verilmiş, yabancı gemilere, Türk gemilerine tanınan bütün hakların tanınması kararlaştırılmıştır. 22 Mart 1922'deki Sakarya Zaferi'nden sonra Paris'te toplanan İtilaf Devletleri Dışişleri bakanları konferansında ise İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Türkiye ve kapitülasyonlardan yararlanan öbür devletlerin katılmasıyla kurulacak bir komisyonca kapitülasyon hükümlerinin gözden geçirilmesi konusunda karara varılmıştır. Kapitülasyonlar Lozan Barış Antlaşmasıyla yürürlükten kalkmıştır.
 
Kayıt
12 Nisan 2007
Mesajlar
490
Beğeniler
0
Şehir
MainBoard
Morwena demiş ki:
aslında bunları konu konu yazsan daha iyi olur zanımca kanımca Cool
İlker hiçbir söyleneni takmadan tam gaz ilerliyor :lolmuch:
Güzel paylaşımlar fakat kimsenin bu kadar şeyi okumaya ömrü yetmez. Copy+Paste yerine daha kısa ve resimli yazılar eklersen daha hoş olur diye bi fikir belirdi bende...
 
A

Anonymous

Guest
Atatürkün Başarılı Modeli .... :

Hayatı çaresizliklerle dolu bir adamın öyküsüdür!

7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. Yalnız ve içine kapanık biri olarak yaşamaya, oradan oraya sürüklenmeye başladı.

8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. Zamanını tarlalarda kargaları kovalamakla geçirdi.

10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi ailesi onu okuldan aldı. Sinirden ve korkudan üç gün evinden çıkamadı.

17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.

24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve iki ay tek başına bir hücrede hapis yattı.

25 yaşında sürgüne gönderildi.

27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi olduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu. Doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına olanları izliyordu.

30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.

30 yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı, yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.

37 yaşında böbrek hastalığından viyana da iki ay hasta ve yalnız halde yattı.

37 yaşında komuta olarak yeni atandığı ordu dağıtıldı.

38 yaşında savunma bakanı tarafından görevinden atıldı.

38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi yoktu ve başkasından bir redingol ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.

38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkarıldı.

38 yaşında en yakın 5 arkadaşından 3 ü onun kongre temsil heyetine üye olmaması için oy kullandı.

39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.

Sonra ne mi oldu?

42 yaşında TÜRKİYE CUMHURİYETİ Cumhurbaşkanı oldu!

Okuduğunuz öykü efsanevi lider Mustafa Kemal Atatürk e aittir. Şimdi düşünün, sizin başarılı olmanızı engelleyen ama Atatürk ün karşısına çıkmamış bir engel var mı?

Başarınızın önündeki engel ne?
Paranız mı yok? Atatürk ünde yok tu!!
Sağlığınız mı bozuk? Atatürk ünde bozuktu!
Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var? Atatürk ünde vardı!
Bazı yakın arkadaşlarınız sizi arkadan mı vurdu? Atatürk ü de vurdular!
Aileniz çok zengin değimliydi? Atatürk ünde değildi’
Amirleriniz hakkınızı mı yiyor? Atatürk ün kini de yemişlerdi!
Sizden daha beceriksiz ama hırslı insanlar, sizden daha hızlı yükselip size amirlik mi yapıyor? Atatürk ünde başına gelmişti!
Hakkınızda idam fermanı çıktığı için mi başarılı olamıyorsunuz? Atatürk ünde başına gelmişti!

Gündelik hayatta karşılaştığımız küçük yada büyük kişisel sorunlar büyük başarıların önünde engel değildir. Atatürk kişisel kurtuluş savaşı ile ülkeyi kurtarma savaşını birlikte götürebilmişti.

Ona, “Para yok” dediler, “Bulunur” dedi,
“Düşman çok” dediler, “Yenilir” dedi ve sonunda tüm dedikleri oldu.

Atatürk ün gençliğe hitabesinde niçin, “Vazifeye atılmak için içinde bulunduğun şartların imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin” dediğini sanırım daha iyi anladınız.
Kaynak: “Her şey seninle başlar” Mümin SEKMAN
 
A

Anonymous

Guest
cNeyT demiş ki:
Morwena demiş ki:
aslında bunları konu konu yazsan daha iyi olur zanımca kanımca Cool
İlker hiçbir söyleneni takmadan tam gaz ilerliyor :lolmuch:
Güzel paylaşımlar fakat kimsenin bu kadar şeyi okumaya ömrü yetmez. Copy+Paste yerine daha kısa ve resimli yazılar eklersen daha hoş olur diye bi fikir belirdi bende...
Muahahah Tam gaz

yaws Onuda Siz Yapıverin Koyuverin Topicin İçine :)
 
A

Anonymous

Guest
Bir Türkün Bilmesi gereken gerçekler :

Bir Türkün bilmezi gereken gercekler!!! (Okumanizi siddetle tavsiye ederim!!!)

--------------------------------------------------------------------------------
Türkiye'ye Japonya'dan bir eğitim heyeti gelir. Temas ve incelemeler yapacak, neticeyi yetkililere aktaracaklar. Gerektiği kadar da ikili işbirliği gerçekleştirecek. İşler buraya kadar çok iyi...

Japon heyeti yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yapar. Sonra Bakanlıkta toplanırlar. Heyetin hakkımızdaki tespiti ilginç: "Sizin çocuklarınızda milli Şuur yok".

Bizimkiler şaşırır! Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır." Yine de fazla ses çıkarmazlar! Ne de olsa misafirdir ! Bizimkiler sorar, "Peki, Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır?"

Japon uzmanları anlatmaya baslar: Biz gençlerimize ilk mektebe başlamadan "şok testler" uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu bas döndürücü neticesini görerek bir sok olurlar.

Sonra...

Bu şoktan sonra Hiroşima'ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; değil hayvan, bitkinin bile yeşermediğini gösteririz. Ve deriz ki "Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz vatanınız, işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlı yaşamayacak biçimde size bırakıp giderler.

Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Sizlere şunu hatırlatalım ki, Türkiye'de birçok teknik elemanlarımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz."

Bizimkiler şaşkınlık içinde sorarlar:
"-Peki ya Türkiye için tespitiniz var mı? Varsa Gözlemleriniz nedir?"
Japonlar; "elbette var" derler. "Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşları'nın olduğu bölge. Bu bölümü gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türk'ler her şeye rağmen galip çıkıyor, olamayacağı olur hale getiriyorlar. En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın galip geldiğinin ispatını yapıyorlar. Üstelik karşılarında
tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var.

Evet M²'ye 6.000 Mermi!...

M²'ye 6.000 Mermi!...

6.000 Mermi!...

Bileniniz var mıydı ?
 
A

Anonymous

Guest
INEBAHTI SAVASI
Kıbrıs'ın alınması Avrupa'da bir Haçlı donanmasının hazırlanmasına neden oldu. Don Juan komutasındaki Haçlı donanmasında Venedik, İspanya, Malta, Papalık ve diğer İtalya hükümetlerine ait gemiler bulunuyordu. Osmanlı Donanmasının değerli komutanları Pertev Paşa ve Uluç Ali Paşa bu karşılaşma sırasında savunma yapılmasını istedilerse de Kaptan-ı Derya Ali Paşa saldırıda bulunulmasını istedi.

İki donanma Mora'nın kuzey, Orta-Yunanistan ile Karlıeli'nin güney kapılarında bulunan İnebahtı körfezinde karşılaştı (7 Ekim 1571). Şiddetli çarpışmalardan sonra Kaptan-ı Derya Ali Paşa ve beraberindekiler şehit düştü.

Osmanlı donanması beklemediği bir darbe aldı ve çok sayıda gemisi batırıldı. Savaşta büyük başarılar göstererek gemilerini kurtarmayı başaran Uluç Ali Paşa Sokullu Mehmed Paşa tarafından, Kaptan-ı Deryalığa getirildi.

Sokullu Mehmed Paşa yeni bir donanma hazırlamasını istedi. Bunun için çok sayıda malzemeye ihtiyaç olduğunu kısa süre içinde böyle bir donanmanın hazırlanmasının zor olduğunu söyleyen Uluç Ali Paşa'ya Sokullu; "Bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al." demesi Osmanlı Devletinin o dönemdeki gücünü göstermesi açısından önemlidir.

Sokullu Mehmed Paşa gönderilen Venedik elçisine İnebahtı Deniz Savaşıyla ilgili olarak
"Biz Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı'nda bizi yenmekle, sakalımızı traş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın yerine daha gür çıkar."


Bununla beraber İnebahtı faciasından sonra kaybedilen binlerce denizciyi yerrine getirmek kolay olmamış ve tecrübesiz, leventlerden teşkil edilen yeni donanma Osmanlı'ya Akdeniz'de eski kudretini kazandıramamıştır. Artık Avrupa siyasetini yönlendirecek ve ticaret yollarını hakimiyet altına alacak Hint Seferleri gibi büyük projelere de edilmemiştir.
 
A

Anonymous

Guest
Sniper Öyküsü :

Vasili Zaitsev dışında birde Gelibolu daki Türk ve Avusturalyalı sniperlarında hikayesini anlatmaktadır.

**

Yıl 1942, İkinci Dünya Savaşı tüm hızıyla sürüyor. Nazi Almanyası, Avrupa'nın dört bir yanını işgal etmiş. Rusya işgaline tek engel Stalingrad. Bütün şiddetiyle süren kuşatmada, Stalingrad, açlık ve kayıplara rağmen direniyor. Alman zırhlı birlikleri ve uçaklar, şehri günlerce dövmelerine rağmen, bir türlü düşüremiyor... Bu direniş Ruslara ağır kayıplara mal oluyordu. Halkın ve askerin morali çok bozuktu. Ortaya keskin nişancı bir kahraman çıktı: Vassili Zaitsev. Rus köylüsü Vassili yüzünden stalingrad'da Naziler siperden başlarını çıkartamaz olmuşlardı ve büyük kayıplar verdiler. Ruslar, Vassili'nin kahramanlıklarını gazetede duyurarak, hem Rusları motive ediyor, hem de Almanların moralini bozuyordu, Vassili'nin şöhreti artmış, Stalin onu ödüllendirmişti. Almanlar arayışa girdi ve keskin nişancı bir Baron olan Major König'i, Vassili'yi durdurmak için Stalingrad'a getirdiler, Teğmen oğlu Ruslar tarafından öldürüldüğü için König, görevini ciddiye alıyor ve Rus siperleri için adeta ölüm makinesi haline liyordu. Vassili ve König birkaç kez karşılaştı, büyük kayıplardan sonra, Vassili, ölümü göze alan arkadaşının fedakarlığından yararlanarak König'i vurdu. Keskin nişancılar asındaki düelloyu, Vasili kazanmıştı. Yıl 43'tü, Almanlar diğer cephelerde yenilgiye uğramaya başlamıştı ve Stalingrad'ı ele geçiremeden çekildiler. Vasili daha sonra Lenin nişanıyla ödüllendirildi. Yaşanmış bu hikaye, 2001'de, Weisz, Haskins ve Ed Harris'in rol aldığı Kapıdaki Düşman filmine de konu olmuştu.

Tarih tekerrürden ibarettir deyimini anımsatırcasına, 90 yıl önceki Çanakkale destanında da benzer bir hikaye yaşandı. Avustralya ve İngiliz arşivlerinde yer alan, ancak Türk belgelerine ulaşamadığımız için dogrulatamadığımız hikayeyi aktarıyorum:

1915 Haziranı'nda, Avustralya Beşinci Hafif Süvari Alayı, kısa süre önce Chatham's Post (Genç bir subayın anısına Chatham İleri Karakolu) olarak bilinecek yerde kamp kurdu. Çoğunlukla kırsal alan çocuklarından oluşan askeri birlikte, hayatı yaban hayvanları ve atlar arasında geçmiş Er William Edward Sing (Billy Sing) de bulunuyordu. Sing'in yivli ve yivsiz tüfeklerdeki mahareti yaşadığı Queensland'de de biliniyordu, avcılık kulübünün üyesiydi. Askerde kısa sürede kendini ispat etti. O şimdi Avustralya İmparatorluk Kuvvetlerinin nişancısıydı. Queensland'dan gelen bir diğer acemi asker, Çöl Yürüyüş Kolu, Sığır Kral, Lassetter'in Son Sürücülüğü ve Avustralya tarihine ait birçok kitabın yazarı Ion Jack Idriess, döneminin en iyi dürbünüyle Sing'in gözcüsü olmuştu. Keskin nişancı Billy Sing, işe koyuldu. Ölüm sessizliğinde geçen saatler, sabırlı bekleyiş, sonra genellikle her hedefe tek atış, Türk kuvvetlerine büyük kayıplar yaşatıyordu. Kısa sürede ünü yayılan Sing'in becerisi Britanyalı komutan Lord W. R. Birdwoodu ve diğer subayları çok etkilemişti. Komutanı Binbaşı Midgely insan öldürmenin kendisini nasıl etkilediğini sorduğunda, Sing büyük bir soğukkanlılıkla, 'yasadışı'ları vurmanın uyku kaçırmadığını' söylemişti.

Billy Sing'in giderek sayısı artan ve 300'lere ulaşan insan avı, maç skoru gibi Anzak siper hatlarında ağızdan ağıza bir kahramanlık destanı gibi yayılırken, Türkiye'nin dört bir yanındaki evlerdeki yüreklere bir kor ateşi gibi düşüyor, ailelere çaresiz bir ağıt bırakıyordu.

Dikkatsiz Türk askerleri ve acemi takviyeler de, Billy Sing gibi nişancılara kolay hedef oluyordu. Özellikle yeni gelenlerin siniri ve merakı, Avustralya siperlerini mazgalların üzerinden ölümcül bir gözetlemeye itiyordu. Sing'in ısrar ve isabetliliği ise sayıyı her geçen gün yükseltiyordu. Türklerden bir tepki gelmesi kaçınılmazdı. Bazen bir tek günde 10 Türkü vuran bu Avustralyalıya durdurmak gerekiyordu. Ağustos sonlarında bir sabah, önce çok yakın bir atış Sing'in artan güveninin sarsılmasına neden oldu. Sing ve bu defaki gözlemcisi Süvari Er Tom Sheehan, Türk siperlerini gözetliyor, korumasız kol, kafa, vücut arıyorlardı. Bir Türk nişancının bakışlarının da kendi üzerlerinde olduğundan habersizlerdi. Nihayet, Türk siperlerinden gelen bir silah sesi, Sing'in fiyakasını bozmuştu. Bu atış Sheehan'ın teleskopunu bir uçtan bir uca geçerek Avusturalyalıyı her iki elinden yaralamış, sonra ağzından girip sol yanağından çıkmıştı. Hızı kesilen mermi yine de yoluna devam ederek Sing'i sağ omzundan vurmuştu. Tek atışta iki isabet! Sing, Türk'ün maharetinden veya şansından istemeyerek etkilenmişti. Sheehan, Avustralya'ya tahliye edildi, Sing ise revire kaldırıldı.

İlk raund Türk'ün
Türklerin, sol kanatlarını Avustralyalı nişancıdan temizlemek için yaptıkları hazırlıklar muazzamdı. (Bu gayretlerle ilgili İngiliz bilgileri, Türk esirlerine ve ölenlerin anılarından yapılan tercümelere dayanıyor.) Billy Sing'i durdurmak isteyen Türklerin, Avustralyalıların 'Feci Abdül (yakıştırma isim) dedikleri keskin nişancıları eğitimli biriydi. Hazırlıkları profesyonelceydi. Türk hedefleri inceleyerek merminin giriş ve çıkış noktalarını belirliyor, vuruluş anındaki pozisyonları araştırıyor ve nişancının yerini belirlemeye çalışıyordu. Nihayet Avustralyalı katilin inini bulmuştu. Sabırla beklemeye başladı. İlk atışın gözcüyü bulduğundan emindi. Sıra keskin nişancıdaydı. Anzaklar kayıp vermeye başlamıştı, moraller bozulmuştu.

Sing'in Türk nişancıyla yüzleşmesi için bir hafta geçmiş, yarası iyileşmişti. Sing'in nişan öncesi hazırlıklarını izleyen Türk, uygun bir yer belirlemişti. Her sabah şafak öncesi mevkisini alıyor, sadece gözleyerek ve bekleyerek günler geçiriyordu. Bazen tahrik edici hedeflerin belirmesine rağmen Türk nişancı atış yapmadı. Avının, bu akılsız Avustralyalılar arasında olmadığını biliyordu. Fırsatçı bir atış onu ele verebilirdi. Sonunda ısrarı sonuç verdi. Gece siperine döndüğünde rakibini bulduğundan ve ertesi gün Sing'i susturacağından emindi. İki keskin nişancı karşılaşmıştı. Sing teleskopu alarak hedefe baktı, 'Feci Abdül' karşısındaydı. Pozisyonunu belli etmeden nişanını aldı, tüm dikkatine rağmen görüldüğünün farkındaydı, ilk atan hedefi bulabilirse kazanacaktı. O anda bir mermi Türkü gözlerinin arasından vurdu. Bu düellodan hemen sonra, top atışları başlamıştı. Sing ve gözcüsü mevziyi terk etti. Hemen sonra düşen bir mermi mevziyi tahrip etti. Saniyelerle kurtulan Sing'in başarıları İngiliz ve Amerikan gazetelerine konu oldu. Sir Hamilton yazılarında Sing'den bahsetti, kendisine Mümtaz Görev Madalyası ve Savaş Hacı verildi.

1917'de Edinburg'da bir deniz kuvvetleri aşçısının 21 yaşındaki kızı garson Elizabet Stewart'la evlendi. İskoçya'ya yerleşti, ancak burada fazla kalamadı ve Avustralya'ya döndü. Brisbane'de yaşarken, hastalandı, ancak inatçılığı yüzünden hiçbir doktora görünmedi. 19 Mayıs 1943'te, 57 yaşındayken odasında yalnız öldü. Geriye 5 şilin, işyeri ücretinden alacağı 6 paund, 10 şilin 8 pens kalmıştı. Bu, bir zamanlar bütün bir ordu ve ulus tarafından tanınan bir adamın hayatı için acıklı bir sondu.

Kadınlar da vurur
Çanakkale destanının tarihin sayfalarında kalmış bu hikayesini duyduğumda, hayatın tekrarlarla dolu olduğunu bir daha anladım. 1915'ten, 1942'ye uzanan, birbirinin benzeri iki öykü, acı günlerin izini taşıyor. Merakım daha da arttı. Feci Abdül kimdi? Gerçekten vurulan 'Feci Abdül' müydü? Bunları araştırırken farklı öykülerle de karşılaşıyoruz. Bunlardan biri 'kadın keskin nişancı' iddiası.

1998 yılında Philedelphia'da American Ass. Neurosurgical Congress dolayısıyla bulunduğum sırada eski kitaplar satan bir dükkanda 1917 baskısı bir kitap buldum. Kitabın adı The Nations at War, yazarı Willis Jhon Abbot. Kitapta bazı savaşlarla ilgili ilginç bilgiler var. Özellikle Gelibolu Savaşı'yla ilgili bölümler hayli ilginç. Bunlardan biri Türk Kadın Keskin Nişancı. Kitapta yer alan bu öykü, o dönemlerde çıkan Fortnightly Review isimli mecmuadan alınmış. Anzak askerlerinin bir ileri harekatında ele geçirilen esirlerden biri tamamen yeşilliklerle kamufle edilmiş bir Türk kadınıydı ve tüfeği, hal ve hareketleri kendisinin keskin nişancı olduğunu doğrular nitelikteydi. Çığlıklarla bağırıp kendisini müdafaa etmeye çalışan kadının keskin nişancılığını esirler de doğruluyordu. Bu konuda diğer bir belge 1916 yılında neşredilen Medical British Lancette mecmuasında. Gelibolu'da yaralanan ve kulağından tedavi olan bir asker hastanın, bir Türk kadın nişancıyı nasıl öldürdüğünü anlatıyor.

Buna benzer bir hikayeyi daha ülkemizde Ateş Arabaları adı ile sinemalarımızda gösterilen Oscarlı bir filmde izlemiştik. Gelibolu Savaşları sırasında çok sayıda kurşunla vurulmuş, yeşillerle kamufle edilmiş bir Türk kadın nişancı ile ilgili sahne.

Kim bilir, belgelerine henüz ulaşamadığımız daha ne ilginç öyküler vardır...
 
A

Anonymous

Guest
Dün Neydik Bugun Ne Olduk :


Dün : Demir ağlarla örmüstük anayurdu..
Bugün : Çetelerle basına çorap ördük.

Dün : Türk'e durmak yarasmazdı..
Bugün : Türk'e dürüstlük yarasmaz oldu..

Dün : Canımızı vermistik bu vatan için..
Bugün : Naylon fatura verir olduk vatanı soymak için.


Dün : Elimizde üretkenligin nasırı var..
Bugün : Elimizde tembelliðin cep telefonu.

Dün : Kağnılarla cepheye silah tasırdık..
Bugün : Son model mercedeslerle tetikçi tasıyoruz.

Dün : Karanlıgın üzerine bir günes gibi doðuyorduk..
Bugün : Yeni zenginlerimiz çocuklarını Amerika'da
doguruyor artık.

Dün : ıstikbal göklerdeydi..
Bugün : ıstikbal gökkafeslerde.

Dün : Yüreğimiz çoskulu, gönlümüz zengindi..
Bugün : Yüregimiz organ tacirinde.

Dün : Çıkmıstık açık alınla 10 yılda her savastan..
Bugün : Çetelerle savasmayı bile beceremiyoruz.

Dün : Herseyi onurumuza bırakmıstık..
Bugün : Herseyi oluruna bıraktık.

Dün : 10.yıl marsımız vardı..
Bugün : Hala 10.yıl marsımız var ama kaybımız 70 yıl..
 
A

Anonymous

Guest
Aziziye Savunması :

Aziziye Müdafaası (Savunması)

Doksanüç Harbi diye tarihe geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında, Erzurum’daki Aziziye Tabyasında, Ruslara karşı gerçekleştirilen müdafaa.

24 Nisan 1877’de Ruslar, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmişler, batıda Tuna boyundan ve doğuda Kars cihetinden saldırıya geçmişlerdi. Doğu cephesinde ordumuzun başkumandanlığını Gazi Ahmed Muhtar Paşa yapıyordu. Kabiliyetli ve cesur bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ı alan Rus ordusu karşısında askerini muhafaza ederek programlı bir şekilde Erzurum’a çekilmişti. Bu çekilme sırasında yaptığı Halyaz, Zivin, Gedikler ve Yahniler meydan savaşlarında zafer kazanmış, hatta Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından taltif görerek “Gazi” unvanını almıştı. Askerimiz, kuvvet ve teçhizat yönüyle üstün Rus ordusu karşısında, silah ve yiyecek bakımından iyi şartlarda olmaması sebebiyle, Erzurum’a kadar çekilmeye mecbur kalmıştı.

Erzurum’a yaklaşan Rus ordusu kumandanı, Ahmed Muhtar Paşaya elçi göndererek teslim olmasını istedi. Paşa, komutanları ile yaptığı istişareden sonra “kesinlikle hayır” cevabını verdi. Teslim teklifi şehirde duyulmuş, halk galeyana gelmişti. Çocuğundan ihtiyarına, kadınından hastasına kadar halkın, kanlarının son damlasına kadar Moskof kâfirlerine karşı savaşıp, vatan ve namuslarını, şehid oluncaya kadar müdafaa edeceklerine karar aldıklarını, Gazi Ahmed Muhtar Paşaya bildirmişlerdi. Göz yaşlarını tutamayan kumandan, heyet başkanının alnından öptükten sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın gönderdiği telgrafı gösterdi. Padişah, telgrafında; “Şu anda bulunduğunuz yer, Asya’nın en mühim noktası ve düşmanın göz diktiği yerdir. Bu sebeple Erzurum’u büyük bir tehlike beklemektedir. Allahü teala muhafaza eylesin, epeydir ordumuzda görülen dağılma ve çöküntüler bu sefer de meydana gelir, Erzurum’a bir zarar olur, istilaya duçar olursa, böyle elemli bir olayın devletimizin maddi ve manevi varlığında açacağı yarayı size anlatmaya lüzum yoktur. Şu halde, asıl iş görecek ve devletin üzerindeki nimet hakkını gözetip, milletimizin sizden beklediği şerefi ispat edecek gün bugündür. Namus ve şerefimizi muhafaza edemezsek, bu, kıyamete kadar tarihimizden silinmeyecek ve askerlik şerefimize sürülmüş acıklı bir leke olacaktır...” diyordu.

Bu telgraf, halka duyuruldu. Herkes balta, satır, kılıç, süngü, tüfek, tabanca ne bulduysa tedbirini alıp büyük bir heyecan içinde, Rusların Erzurum’a yaklaşmasını bekliyordu. Bu arada halkın içinde gizliden gizliye faaliyet gösteren Osmanlıyı içten vurmaya çalışan Ermeni ve Yahudiler, menfi propaganda yaparak halkın savaş azmini kırmaya çalıştılar. Teslim olunduğunda can ve mal emniyetinin olacağını, aksi halde herkesin kılıçtan geçirileceğini söyleyerek Rusların vaatlerini tekrar ediyorlardı. Fakat, buna aldıran olmadı. Ne pahasına olursa olsun savaşacaklardı!..

Gazi Ahmed Muhtar Paşa da, savunma tedbirlerini almış, tabyalara güvendiği komutanları vazifelendirmişti.

Anadolu içlerine doğru yürümelerine, Erzurum’u tek engel olarak gören Rusların başlıca gayesi, şehri ele geçirmekti. Ayrıca, yerli Ermeni ve Yahudilerden de faydalanıyorlardı. Hacibey adlı bir hainin kumandasında, 8 Kasımı 9 Kasıma bağlayan gece, saat ikide harekete geçen düşman, Aziziye Tabyasına baskın düzenledi.

Baskın için, Müdürge ve Tasmahur köylerinin Ermenilerini ve Vank kilisesi papazlarını kullandılar. Müslüman kılığına giren ve Osmanlıca'yı çok iyi bilen bu hainlerin yardımıyla Vank Deresindeki nöbetçileri şehid ettiler. Büyük bir sessizlik içinde, Aziziye Tabyasına girerek ikinci ve üçüncü kesimlerinde uyuyan yüzlerce askerimizi şehid ettiler. Tabyanın birinci kesimi, biraz kenarda kalıyordu ve komutanları kaymakam (Yarbay) Bahri Bey, uyanıktı. İkinci ve üçüncü kesimlerdeki gürültüyü işitmiş, baskına uğradıklarını anlamıştı. Derhal silah başı ederek, şiddetli bir müdafaaya başladı. Türk askerini toplu katliamdan kurtaran kaymakam Bahri Bey, yaralanmasına rağmen, bunu askerden gizleyerek müdafaaya devam etti.

Gece yarısı, top ve tüfek seslerini duyan Erzurumlular, müezzinin; “Ey Erzurumlular! Ey ahali!.. Moskof kâfirleri Aziziye’yi bastı. Allah’ını seven, eli silah tutan herkes, askerimizin yardımına koşsun!... Vatanını seven yetişsin!..” nidası üzerine, gece karanlığında sokaklara döküldüler. Bunlar arasında, Nene Hatun da vardı.

Askerini silah başı eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye istihkâmından, telgrafla haber almaya çalışıyor, fakat; “Harb oluyor!..” cevabından başka bir şey öğrenemiyordu. Paşa, üç tabur alarak Topdağı’na çıktı. Oranın kumandanı Müşir Hasan Tahsin Paşa ile birleşti. Ortalık iyice aydınlandıktan sonra, Aziziye istihkâmlarından birinde şiddetli çarpışmaların olduğunu, diğer iki tabyada ses seda çıkmadığını gördü. Ahmed Muhtar Paşa, Kaptan Mehmed Paşa kumandasındaki iki tabur askeri, Aziziye’ye gönderdi. Kaptan Mehmed Paşa, askerleriyle Aziziye istihkâmının ortasındaki kışlaya doğru yaklaşınca, Ruslar tarafından ele geçirilmiş olan kışlanın mazgallarından şiddetli bir tüfek ateşine tutuldu. Bunun üzerine Kaptan Mehmed Paşa, kışlayı kuşattı. Üçüncü kısımda çarpışma hâlâ devam ediyordu. Artık, Erzurum halkı da yetişmişti. Hücum ederek istihkâmın içine girdiler. Düşmanla muharebe, göğüs göğüse cereyan ediyordu.

Bu arada, tabyanın birinci kısmından hâlâ çarpışmaya devam eden Bahri Beyden, Ahmed Muhtar Paşaya; “Gece, baskın anında yaralandığını, askere belli etmeden çarpışmaya devam ettiğini, acele yardıma gelinmesini” bildiren bir haber geldi. Yardıma gönderilen Kaptan Mehmed Paşa ve halk, Bahri Beyin bulunduğu kısma geçti. İki ateş arasında kaldığını gören düşman, bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Halk ve asker takibe başladılarsa da, Rusların ateşi karşısında durakladılar. Hadiseyi dikkatle takip eden Topdağı’ndaki istihkâmlarımız, Ruslara karşı ateşe başladılar. Bu durum karşısında, başarı elde edemeyeceklerini anlayan Ruslar, geri çekildiler.

O gün Aziziye kurtarılmış, asker ve halktan 1000 civarında şehid verilmiş, 2300 civarında Rus öldürülmüştü.
__________________
 
A

Anonymous

Guest
Göç destanı :

GÖÇ DESTANI

Destan hakkında bilgi:

Bu destan da bir Uygur destanıdır ve daha önce belirtildiği üzere, Türeyiş Destanının bir uzantısı gibidir. Bugün, Orhun nehri kıyısında bir şehir kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu şehre Ordu -Balık denildiği sanılmaktadır. Büyük Uygur Destam'nın son bölümü diye kabul edebileceğimiz Göç Destanı, işte bu şehrin saray yıkıntısının önünde bugün görülebilecek şekilde duran yazıtlarda yazılı olduğunu Hüseyin Namık Orkun ileri sürmektedir. Yine Hüseyin Namık Orkun'un belirttiğine göre bu yazıtlar, Moğol Hânı Öğüdey zamanında Çin'den getirilen uzmanlara okutturulup tercüme ettirilmiştir.

Göç Destanının Çin ve Iran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı söyleyiş hâlinde olduğu bilinmekte ise de aslında birbirinin tamamlayıcısı gibidir. Iran kaynaklarındaki söyleyiş, daha çok tarih bilgilerine yakındır. Aynı zamanda Iran söyleyişi, Türklerin Maniheizm'i kabulünü anlatan bir menkıbe görünümündedir. Aşağıda özetlenmiş olan söyleyiş Cüveynî'nin Tarib-i Cihanküşa adlı eserinde yazılıdır, bu söyleyişe göre, destanda sözü geçen iki ağacın, Maniheizm'in kurucusu Mani'nin "iki Esas" adlı eserindeki iki ağacı temsil ve taklit ettiğini Prof. Fuad Köprülü ileri sürmektedir.

Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı:

Uygur Ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.

Hulin Dağlarında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökyüzünden bir mavi ışık düştü, iki ırmak arasında yaşayan insanlar bu ışığı gördü ve ürpererek izledi. Kutsal bir ışıktı. Kayın ağacının üzerinde aylar ayı kaldı. Kutsal ışık, kayın ağacının üstünde kaldığı süre içinde kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu!

Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı, içinden beş küçük çadır, beş küçük odacık görünümünde ortaya çıktı. Her odacığın içinde bîr çocuk bulunmaktaydı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı, onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.

Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin'di, ondan sonrakinin adı Kutur Tiğin, üçüncüsünün ki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin, beşincisinin adı Buğu Tekin'di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan insanlar, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Buğu Han en büyükleri idi; ötekilerden daha güzel, daha zeki, daha yiğit görünüyordu. Buğu Tekin'in hepsinden üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Buğu Hanı tahta oturttular.

Böylece yıllar yılı kovalamış, bir gün gelmiş Uygurlara bir başkası hakan olmuş.

Bu hakanın da Gah Tekin adında bir oğlu varmış.

Hakan oğlu, Gah Tekin'e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien'i almağı uygun görmüş.

Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun Dağının çevre yanı dağlıktı; bu dağlardan birinin adı Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.

Bir gün Çin Elçisi, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki:

- Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.

Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien'e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur Ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk Yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu; düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak Türklerin bütün saadeti yok olacaktı.

Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek türden değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca üzerine sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine taşıdılar.

Olan o zaman oldu işte. Türkelinin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz olan bu düşüncesiz hakan öldü. Ne var ki Onun ölümüyle ülke felâketten kurtulamadı. Bir Çin prensesi uğruna çekinmeden bağışlanmış olan yurdun bir kayası, Türkelinin felâketine sebep oldu. Halk rahat huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, ürün yeşermez oldu.

Günlerden sonra Türk tahtına Buğu Han'ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, evcil yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:

- Göç!. Göç!, diye çığrışmağa başladı. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu.

Yürekler dayanmazdı.

Uygurlar bunu bir ilahî emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılar. Sonunda bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler; bunun için bu yerin adını da Beş-balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.

İran kaynaklarına göre Göç Destanı:

Destanın Buğu Tekin'in Uygurlara hakan oluncaya kadar geçen bölümü aynıdır. Buğu Tekin hakan olduktan sonra, İran söyleyişine göre, ülkeyi adalet üzere ve yıllarca yönetir. Bu süre içinde kendisine üç karga yardım etmekte, kargalar dünyanın bütün dillerini bilmektedir. Nerede bir olay olursa hemen Buğu Han'a haber vermektedirler.

Bir gün Buğu Han bir düş görür. Düşünde kendisine bir peri kızı gözükmüştür. Bu düşü Buğu Han hemen her gece, yedi yıl, altı ay ve yirmi iki gün üst üste görür, Ve her gece Peri kızı, Buğu Han'ın düşünde onunla konuşur, danışır; son gece, ayrılacağı vakit Buğu Han'a, dünyanın efendisi olacağı haberini verir.

Han uyanınca ordusunu toplar, her ordunun başına bir kardeşini tayin eder, Moğallar'ın Kırgızlar'ın, Tangutlar'ın ve Çinlilerin üzerine seferlere yollar.

Dört kardeşin dördü de seferden zaferle döner ve Orhun vadisini zengin ganimetlerle doldurur, bu arada Ordu-Balıg şehri de kurulmuş olur.

Bir müddet sonra Buğu Han bir düş daha görür. Düşünde, beyazlara bürünmüş,.başında beyaz şerit, elinde

Yada Taşı olan bir erkek gözükmüş, Buğu Han'a demiştir ki:

- Eğer bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağında milletleri buyruğunun altına alabilirsin.

O gece Buğu Han'ın başveziri de tıpkı böyle bir düş görmüştür. Bunun üzerine Buğu Han ordusunu yeniden toplamış, bu sefer yatıya .doğru sefere çıkmıştır. Türkistan'a geldiği vakit geniş bozkırları, çayırlan ve gürül gürü! akan çayları görünce burada oturmağa karar vererek Balasagun şehrini kurmuştur. Buğu Han'ın orduları dört bir yana yayılmış, bütün milletleri buyruğu altına almıştır.

Fakat o zaman Uygurların dindar olmadıkları söylenirdi. Rahipleri vardı ama Kam deniliyordu. Bu Kamlar, tıpkı Moğollardaki gibi, cinlere söz geçirdiklerini ileri sürerler. Onlara her istediklerini yaptırmağa güçlerinin yettiğini söylerlerdi. Moğollar bu Kamlara çok Önem verirlerdi. Ne zaman bir işe başlayacak olurlar ise bu Kamlara sorarlardı ve ona göre davranırlardı. Hastalarına bile Kamlar bakardı.

Uygurlar, Buğu Han zamanında Çin hükümdârına elçiler gönderdi, kendilerine Nom Kitaplarını anlayan adamlar göndermesi ipin rica etti. Cinlerin din kitapları Nom'dur. Bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlar.

Cinden Nom yöntemlerini anlayan adamlar gelince Kamlarla oturup konuştular, din kitaplarını gösterdiler; tartışmayı Kamlar kaybetti. Bu tartışmadan sonra Uygurlar Çin'den gelen yeni dini kabul ettiler. (Bu din Maniheizm'dir
 
A

Anonymous

Guest
Bir Şehidin Son Sözleri :

Abdülezel Pasa, sehîd oldugu son savasinda askerlerine söyle hitâb etmistir.

"Askerlerim! Yigitlerim! Kahraman evlâtlarim? Dînimize, namusumuza ve vatanimiza göz diken" düsmana haddini bildirmenin tam zamanidir! Bilirsiniz ki hâinler korkak olur. Biz düsman üzerine yürürsek onlar kaçarlar. Hep beraber Allah, Allah! diyerek hücum edelim!..."

Sonra da Papalivata, Tirpan ve Misfaki tepelerini göstererek söyle dedi: "Aslanlarim! Su gördügünüz tepenin zapti bizim için çok mühim ve pek sanli bir muzafferiyet kazandiracaktir. Siz ki Milona geçidi gibi en zor geçidi asip, en çetin yerlere hücum ederek Osmanli'nin kahramanligini bütün cihâna gösterdiniz. Siz kahramanlarin evlâtlarisiniz. Allahü teâlânin yardimi ile, su tepenin üzerinde vuku bulacak kahramanca bir hücumla zâten gözü yilmis olan düsmani tamamen perisan edeceginizi, sancagimizi oraya dikerek Osmanlinin sânini yücelteceginizi ümîd ediyorum. Eger bu tepeyi zaptederseniz önümüzde çiçeklerle süslenmis genis bir zafer sahrasi açilacak. Bütün islâm âlemi ve Osmanlilar, sizin bu kahraman muzafferiyetinizden dolayi ilân-i sükran ve iftihar edeceklerdir. Analariniz sizi bugün için dogurdu, bugün için büyüttü!

Yeryüzünde bulunan bütün müslümanlarin kiymetli halîfesi sevketli pâdisâhimiz Abdülhamîd Han hazretleri sizi bugün için yetistirdi. Vatan bugün sizden fedâkârlik bekliyor! Hülâsa bugün san ve namus, devlet ve millet sizin süngülerinizle ayakta duracaktir...

Eger arslanlar gibi bir hücumla su tepeyi zaptedecek olursaniz, namusu korumus ve vatani yüceltmis olursunuz. Devletimizin gelecekteki zaferlerine de öncülük etmis olacaksiniz.

Asker evlâtlarim! Size son bir vasiyetim vardir ki, bu vasiyetimin yerine getirilmesini rica ederim! Eger ben su tepeyi zaptettiginizi ve oraya hâkim oldugunuzu görmeden sehâdet serbetini içersem, benim cesedimi sehîd oldugum yere defn etmeyin. Bu tepeyi mutlaka ele geçirin ve benim için o tepe üzerinde bir kabir kazarak oraya defn edin! Sayet bu tepeyi ele geçiremeyecekseniz, birakin cesedim bu topraklar üzerinde kurtlara kuslara yem olsun!

Evlâtlarim! Sizin daglari asan hücumunuza böyle tepeler elbette dayanamaz. Bu bakimdan mutlaka bu tepeyi zaptetmenizi istiyorum!.

Tevfik-i ilâhî rehberimiz, imdâd-i peygamberi yaverimiz, teveccühât-i celile-i hazret-i hilâfet-penâhî, fark-i iftiharimiz da efserimiz (tacimiz) dir. Haydi arslanlar! Ars ileri dâima ileri..."
 
A

Anonymous

Guest
OSMANLILARDA SOSYAL HAYAT
Osmanlilarda sinifsiz toplum hayâti vardi. Köle vardi, fakat; Osmanli ülkesinden alinmazdi. Kölelik devamli degildi; âzâd edilip, hürriyete kavusarak, devlet kademesinde vazife alabilirdi. Kölelikten yetisme ve köle çocugu pekçok devlet adami yüksek memuriyetlerde bulunurdu. Kölelikten yetisme sadr-i âzamlar da vardi. Bunlardan Koca Yusuf Pasa, Yusuf Ziyâeddin Pasa, Ibrâhim Edhem Pasa, Resid Mehmed Pasa, Hursid Ahmed Pasa, Sâhin Ali Pasa, Silâhtar Süleyman Pasa, Siyavus Pasa gibi sadr-i âzamlar kölelikten yetiserek devlet kademesinde yükselen sahsiyetlerdir. Köylü hür olup, serflik yoktu. Köylüler ve kasabada oturan halk üretici durumundaydi. Sehirlerde esnaf, îmâlâtçi, sanatkâr, idâreci ve ilmiye teskilâti mensuplari otururlardi. Askerligi Müslüman halk yapardi. Bütün ülke halki Osmanlilik suuru tasirdi. Milliyet ayirimi yapilmayip, ümmet esâsi aranirdi. Gayr-i müslimler askerlik yapmayip, erkekleri cizye vermekle mükellefti. Müslümanlar çogunlukta olup, dört hak mezhep (Hanefî, Sâfiî, Hanbelî, Mâlikî) ve bimezhep firka mensuplari da olmasina ragmen resmî mezhep Hanefiliktir. Müslümanlarin temsilcisi Halîfe olup, 1516 târihinden îtibâren Osmanli pâdisâhlari bu mânevî makamin da temsilcileridir. Hiristiyanlardan Ortodoks mezhebinin merkezi Istanbul'dadir. Ermeni patrikligi de Istanbul'da olup, merkezleri de Osmanli hâkimiyetindeki Revan'di. Osmanli topraklarinda Katolikler de bulunmasina ragmen merkezleri Vatikan'di. Yahûdîlerde olan Filistin, Osmanli tebeasindandi. Mûsevîligin dogus yeri ve merkezi Osmanli topragi idi. Avrupalilarin zulmünden kaçan Yahûdîleri de Osmanlilar himâye ediyordu. Osmanli vatandasi olan Müslüman ve gayri müslim topluluklar Rum, Ermeni, Yahûdî, Gürcü, Sirp, Bulgar, Macar, Rumen, kendi din ve dillerinde mâbet, okul açip, ibâdetlerini yapabilme hürriyetine sâhiptiler. Bu hosgörü, günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân tanimadigi ölçüde serbestti. Gayri Türk Müslümanlar devlet kadrosunda ve orduda vazife alirdi, fakat gayri müslimler, Tanzimatin îlânina kadar bu hakka sâhip degildi. Gayri müslimler, Tanzimat ve Mesrutiyet ile devlet memuru ve orduya girme hakki kazanmislarsa da, askerlik yapmak istemediklerinden silâh altina alinmamislardir. Serbest meslekle ugrasirlardi. Gayri müslimler tarafindan islenen hirsizlik, yol kesme, gasp, soygun, adam öldürme, devlet makâmina zarar verme, Islâm dînine karsi hareketler, devlet tarafindan yasaklara uymama, câsusluk ve bunlara benzer suçlar devletçe ve disindakiler de, kendi kilise ve havralarinda bakilirdi. Pâdisâhin, ülkedeki gayri müslim ve Türkler üzerinde tâvizsiz hâkimiyeti olup, din adamlari ve kavmî liderleri, Avrupalilarin ve Prusya'nin tahrikine kapilmadan önce merkeze hürmetkârdilar. Osmanli tebeasi olup da, propaganda ve tahriklerine kapilarak Osmanliya ihânet eden kavimlerin hiçbiri bugüne kadar huzur yüzü görmemislerdir.
 
A

Anonymous

Guest
Kınalı Hasan :

Çanakkale savaşları sırasında cepheye devamlı gencecik, pırıl pırıl insanlar yağmıştır. Bu gencecik çocuklar savaşa gitmeden evvel kısa bir eğitimden geçer sonra cepheye giderlerdi. Yeni erleri denetleyen komutan Sırrı Bey genç er Hasan'ın saçındaki kınayı görüp ona takılır.
Hiç erkek adam saçına kına yakar mı?
Bilmiyorum komutanım anam yakmıştır!
Genç adam gerçektende anasının neden saçına kına yaktığını bilmez. Anasına bir mektup yazarak neden böyle bir şey yapma ihtiyacı duyduğunu sorar.

Anasının cevabı çok duygusaldır.

Oğlum aslanım sen bu yaşa gelene kadar bu vatanın ekmeğini yedin suyunu içtin artık bu vatana borcunu ödeme vaktin geldi. Sen babanın, benim, kardeşlerinin bu vatana bir kurbanısın. Oğlum söyle kumandanına bizim buralarda kurbanlık diye ayrılan koyunlar kınalanır. Bende seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım onun için saçını kınaladım.
Ne yazık ki kınalı Hasan mektubu kumandanına okuyamadan girdiği çatışmada yaralanmış ve kurtulamamıştır. Kınalı Hasan'ı defnetmeden evvel üzeridekiler alınır cebinden anasının mektubu da çıkar; o anın heyecanı ile bitmemiş bir şiir yazmıştır.
Anam yakmış kınayı, aday diye
Ben de vatan için kurban doğmuşum
Anamdan Allah'a, son bir hediye
Kumandanım! Ben İsmail doğmuşum...
 
A

Anonymous

Guest
Cumhuriyet'in ilanından sonra İstanbul'da bir resepsiyon verilir.
Tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ataşeleri de davet edilir.
Davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat İngiliz ataşesi olan
binbaşının bakışları Mustafa Kemal'in gözünden kaçmaz.
Bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır ve bakmaya devam
etmektedir.
Ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir.Yaver Mustafa Kemal'e şöyle der:
-Paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana
Mustafa Kemal'in Çanakkale'de babasını öldürdüğünü söyledi.
Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der:
-Git sor bakalım babasının Çanakkale'de ne işi varmış?
 
A

Anonymous

Guest
Türk Olarak Dünyaya Gelmek

Atatürk, kendisinin insanüstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlatırdı.
Bir gün sofradakilerden biri:
-Paşam, demişti, kim bilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kim bilir ne eşsiz anılarınız vardır.
Atatürk güldü ve Conker’e döndü:
-Nuri anlatsın, dedi.
Nuri Bey her zamanki şakacı diliyle:
-Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, yanıtını verdi. Deminki soruyu soran kişi, sözün bu yola dökülmesinden fena halde ürktü. Soruyu ortaya attığına bin kez pişman oldu.
-Aman efendimiz, diyecek oldu, Atatürk hemen sözünü kesti:
-Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdedir.
 
A

Anonymous

Guest
Germiyanoğulları :

GERMİYANOĞULLARI BEYLİĞİ



SIYASî TARİH

a- Menşei:

Germiyanogullari, Anadolu Selçuklulari'nin son döneminde Kütahya ve çevresinde hüküm sürmüs bir Türk beyligidir. Germiyan bir türk asiretinin adi olup, ilk defa XIII. yüzyilin baslarinda Selçuklu Devleti'nin hizmetinde Malatya'da faaliyet göstermislerdir. Germiyan asireti, Harizm hükümdari Celaleddin Harzemsah Mengüberti ile Anadolu taraflarina gelmis ve Selçuklular'in hizmetine girmislerdir. Malatya'da bulunduklari siralarda asiretin reisi Ali Siroglu Muzafferüddin idi. Selçuklu sultani II. Giyaseddin Keyhüsrev zamaninda (1236-1246) vuku bulan Baba Ishak tarafindan yönlendirilen Babailer isyaninin (1239) bastirilmasinda görevlendirilmisse de basaramayarak ilk defa maglup olmustur. Onun oglu Kerimüddin Ali Sir, Selçuklu sehzadeleri arasindaki taht mücadelesinde II. Izzeddin Keykavus taraftari oldugu için, IV. Kiliç Arslan zamaninda Vezir Pervane Muineddin Süleyman tarafindan diger muhaliflerle birlikte öldürülmüstür (1264).

b- Kütahya ve Civarina Yerlsmeleri:

Germiyanogulari'nin kesin olarak hangi tarihte Kütahya ve civarina yerlestikleri bilinmemektedir. Ancak Baba Ishak isyaninin bastirilmasindan sonra (1241), II. Giyaseddin Keyhüsrev tarafindan bölgeye yerlestirildikleri ileri sürülmektedir. Ayrica, Selçuklu Sehzadesi oldugu iddiasiyla Karamanoglu Mehmed Bey'in ortaya çikardigi Cimri (Giyaseddin Siyavus)'nin yakalanmasi hadisesinde (1277) rol aldiklarina göre bu tarihte Kütahya, Afyon ve Denizli taraflarinda yerlesmis olmalidirlar.

Baba Ishak isyani sirasinda Malatya'da olan Germiyanlilarin Cimri hadisesi esnasinda Bati Anadolu'da bulunmalari, muhtemelen Mogol istilasi sebebi ile bu bölgeye göç ettiklerine delâlet etmektedir.

c- Germiyanogullari Beyligi'nin Kurulusu:

Cimri olayi sirasinda (1277) Bati Anadolu'da bulunan ve Anadolu Selçuklulari'nin hizmetinde hareket eden Germiyanlilara bu hizmetleri karsiliginda Kütahya ve civari ikta, yani timar olarak verilmis olmalidir. Bu hadise sirasinda Sahipata ogullari emrinde oldugu görülen Germiyanlilar, bu tarihten itibaren güçlü bir beylik haline gelmeye basladilar. Nitekim Bati Anadolu'daki Aydin, Mentese, Saruhan, Denizli beyleri ilk zamanlarinda Germiyanogullari'na tâbi idiler.

Mogollar'in Anadolu'yu isgali ve Selçuklu Devleti üzerinde hakimiyet kurmalarindan sonra XIII. yüzyilin sonlari ile XIV. yüzyilin baslarinda uçlardaki beyler bagimsizliklarini almaya basladilar. Germiyanlilar da Selçuklu-Mogol idaresine karsi çikarak 1283'ten itibaren bir beylik olarak teskilatlanarak II. Mesud'a karsi mücadeleye giristiler. 1286-1291 yillari arasinda meydana elen bu olaylarda bazan Germiyanlilar, bazan da Selçuklu sultani II. Mesud galip geldiler. Bu tarihlerde Germiyan kuvvetlerinin basinda Hüsameddin I. Alisir bulunuyordu. XIII. asrin sonlarinda ise beyligin basinda Hüsameddin Bey'in kardesi Yakup Bey bulunuyordu ve bu sirada Germiyanlilar, Selçuklular'a tabi olarak iyi iliskiler içinde idiler.

I. Yakub Bey:

Germiyanogullari Beyligi'nin kurucusu Yakub bin Alisir olup, onun zamaninda en parlak devrini yasamistir. Yakub Bey, Anadolu Seyçuklu Devleti hizmetinde emir-i kebir sifatini tasiyacak derecede önemli vazifelerde bulunmustur. Yakub Bey bu dönemde nüfus sahasini Kirsehir'e kadar uzatti. III. Alaaddin Keykubad'in saltanattan çekilmesinden sonra Selçuklu tahtina ikinci defa geçen II. Giyaseddin Mesud'a tabi olmayan Yakub Bey, Ilhanli Devleti'nin hakimiytini taniyarak senelik vergi vermeye basladi. Bu dönemde Karamanoglu Beyligi'nden sonra Anadolu'da en önemli beylik Germiyan Beyligi idi. Yakub Bey yaklasik 1305'de kumandani Aydinoglu Mehmed Bey'i, Bati Anadolu'daki sinirlarini genisletmek maksadiyla görevlendirdi. Aydinoglu Mehmed Bey Birgi merkez olmak üzere Izmir ve civarinin fethine tesebbüs etmis ve daha sonralari bölgede kendi beyligini kurmustur. Yakub Bey zamaninda Bizanslilar'la karsilikli savaslar yapilmistir. Nitekim Yakub Bey 1305'de Menderes nehri kenarindaki Tripolis sehrini ve Angir (Kiliseköy)'i zaptetmis ve otuzbin kisilik bir kuvvetle Philadelphia (Alasehir)'yi kusatmistir. Ancak Bizans'in istegi üzerine yardima gelen Katalanlarin saldirisi karsisinda geri çekilmek zorunda kalmistir. Katalanlarin bölgeyi terketmesinden sonra Yakub Bey, yeniden Philadelphia (Alasehir) üzerine giderek vergiye bagladi (1314).

Ilhanli hükümdari Olcaytu'nun Anadolu'daki beylikleri itaat altina almak için gönderdigi (1314) Emir Çoban'in davetine gelerek itaatlerini bildiren beyler arasinda Germiyanli Alisirogullari ve Germiyanogullari'na tabi beyler de vardi. Daha sonra Emir Çoban oglu Demirtas, Anadolu'ya geldiginde (1325) Esref ve Hamidogullari Beyliklerini ortadan kaldirmis, digerlerini zaptetmek için Egridir'de hazirlik yaparken maiyyetindeki beylerden Eretna'yi da Karahisar-i sahip taraflarina göndermisti. Yakub Bey'in damadi olan Karahisar Bey'i kayinpederinin yanina Kütahya'ya siginmistir. Yakub Bey ile Eretna Bey arasinda bir savas çikmak üzere iken Demirtas'tan gelen emir üzerine Eretna Bey Sivas'a çekilmislerdir (1327). Yakub Bey'in 1340'larda vefat ettigi tahmin edilmektedir. el-Ömerî, Yakub Bey devrinde Germiyan Beyliginin talimli düzenli ordusu oldugunu kaydetmektedir.

Mehmet Bey (1340-1361)

Yakub Bey'den sonra Germiyanogullari Beyligi'nin basina oglu Mehmet Bey geçmistir. Mehmed Bey, mücadeleci ve savasçi anlamina gelen Çahsedan veya Çagsadan lakabiyla aniliyordu. O'nun zamaninda,daha önce Katalanlar tarafindan isgal edilen Küldi (Kula) kasabasi rumlardan, Angir (Simav) kasabasi Bizans Imparatorlugu'ndan geri alinmistir. Mehmed Bey hakkinda bilinenler çok azdir. Germiyanogullari Beyligi Yakub Bey'den sonra eski üstünlügünü kaybetmis, hatta Mehmed Bey devrinde Aydinogullari bagimsiz hale gelmislerdir. Mehmed Bey 1361'de vefat etmistir.

Süleyman Sah (1361-1387)

Sah Çelebi olarak da anilan Süleyman Sah, babasi Mehmed Bey'in vefati üzerine Germiyan hükümdari olmustur. O'nun hükümdarliginin ilk yillari olaysiz geçmistir. Karamanogullari Alaaddin Bey ile Hamidoglu Ilyas Bey arasindaki mücadelelerde Ilyas Bey'in tarafini tutmustur. Karamanoglu'nun saldirisina ugrayan Ilyas Bey kendisine sigininca ona yardim etmis ve topraklarini geri almasini saglamistir. Bu durum Süleyman Sah ile Karamanoglu Alaaddin Bey'in arasini açmistir.
 
Yukarı Alt