Kayıt
27 Nisan 2007
Mesajlar
7.427
Beğeniler
0
Şehir
In Dem Kampus
Konumuz, yazılı tarih içinde kadınları kuşbakışı olarak gözden geçirmek. Söze kadınlar hakkında en eski yazılı belgelere sahip olan, dilleri dilimize benzeyen ve Asya topraklarından göç ettikleri kabul edilen Sumerli kadınlardan başlayacağız...

Sümerlerde Kadın



Sumer’de, tanrıçalar tanrılardan önce geliyor. Bu, kadının değerini göstermektedir. Sumer inanışına göre evreni ve insanı yaratan, gökyüzüne, yeryüzüne ve yeraltına sahip olan, sosyal düzenin, adaletin, sağlığın, yazının, sanatın, tahılın, bereketin ve savaşın koruyucuları hep tanrıçalardır. Buna paralel olarak, siyasal yaşamda kadınlar kral eşleri olarak ve tek başlarına krallık yaparak Sumer tarihinde önemli roller oynamışlardır. Halk kadını da kendi başına ticaret yapabiliyor, mal sahibi olabiliyor; borç alıp verebiliyor, kefil olabiliyor; ortaklık kurabiliyor, dava açabiliyor ve tanık olabiliyordu. İslam’daki gibi iki kadın bir erkek yerine (!) değildi. Kadınlar tarla, bahçe, su kanalları açma ve dokumacılık gibi işlerde çalışıyorlardı. Doktor, ebe, berber sekreter, denetleyici ve meyhaneci kadınlar bulunuyordu... Meyhaneciliği yalnız kadınlar yapabiliyor, iş “ana”dan “kız”a geçiyordu. Kadınların işlerinden biri de mabetlerde rahibe olarak çalışmaktı. Rahibelerin 20’ye yakın sınıfı vardı ve bunlar arasında en önemlisi fahişelikti. Sumerlilerde rahibeler bunu tanrı namına yaptıkları için, bu görev kutsal sayılmış ve bunların diğer kadınlardan ayrılmaları için de başları örttürülmüştür. Daha sonra bir Asur kralı bunu kanun yoluyla evli ve dul kadınlara uygulattırmıştır. Bu gelenek onlardan Musevilere, onlardan da Müslümanlara -sözde erkekten kaçma şeklinde- geçmiştir. Halbuki, erkek olmayan yerde kuran okurken başın örtülmesi, Sumer’deki kutsallığın bir devamıdır. Sumer’de tek eşlilik vardı; ancak kadının çocuğu olmazsa veya kadınlık görevini yapamazsa -o da kadının izniyle- kocası başka kadın alabiliyordu. Fakat, birinci kadın ikinci kadını çocuğu olduktan sonra satabiliyor, evden atabiliyordu. Bu uygulamayı, Tevrat'ta İbrahim Peygamber’in cariyesini, çocuk doğurduktan sonra kapı dışarı atmasında görüyoruz. Kadın kocasını istemezse, mahkeme kanalıyla boşanabiliyordu. Evlilikler yazılı bir belge ile kanıtlanmalıydı ve yazılı belge olmayan evlilikler yasal sayılmıyordu. En az 4500 yıl önce uygulanan bu yasa, bizde ancak “Cumhuriyet”ten sonra başlamıştır. Sumer kadınının değerini anne olarak, eş olarak anlatan şiirler, atasözleri var. Bir çocuk, annesi için yazdığı bir şiirde, “O annem, ufukta parlayan bir ışık, bir dağ geyiği; ışıldayan bir sabah yıldızıdır o!" şeklinde çeşitli benzetmelerle anlatmış. Ölen bir kadının kocası, acılarını dile getiren bir şiirinde, “Nerede şimdi benim alımlı silahım, nerede şimdi benim görkemli elmasım, nerede şimdi benim kalpleri dolduran tatlı şarkım?” diye karısına olan sevgisini belirtmiş. Bir Sumer atasözünde, "Annenin sözüne tanrının sözü gibi kulak ver, ablana annen gibi, ağabeyine baban gibi saygı göster; baharatın hiçbiri bir kadın gibi güzel kokmaz." deniyor. (Diğer taraftan, "Huysuz bir kadın cinlerden daha fenadır!" diye de yazılmış.) Ayrıca, anne ve babanın çocuklara iyi davranması, çocukların onlara saygı göstermesi, yaşlıların önerilerinin alınması kral buyruklarında önemle belirtilmiş. Burada, "çocuklara iyi davranılması" sözü ile Sumerlerde “ilk çocuk hakları”nın da ele alındığını görüyoruz.


Sümerlerde Kadınlar Önemliydi.

Sumerlilerin yavaş yavaş siyasal yaşamdan çekilmeye başladıkları İÖ 1900 yıllarında, Mezopotamya’nın kuzeyinde yaşayan Asurlular Anadolu ile ticarete başladılar. Bu tüccarlar, Kayseri’nin yakınında bugün Kültepe denilen, o zamanlar Kaniş (Neşa) adlı şehrin etrafında bir koloni kuruyorlar: Anadolu’dan Asur’a, Asur’dan Anadolu’ya çeşitli malları taşıyor ve pazarlıyorlar. 200 yıla yakın süre ticaretlerini sürdüren bu tüccarların en önemli özelliği, Sumerlilerin icat ettikleri çiviyazısı ile kil tabletler üzerine ticari yaşamlarını ve Anadolu’nun yerli halkı hakkında geniş bilgiler veren belgeler yazmış ve üç kuşak boyu yazılan bu belgeleri saklamış olmalarıdır.

Bu belgelerden Anadolu kadının çok özgür olduğu görülüyor. O zaman Anadolu’da şehir krallıkları var. Bunların başında kraliçe olarak görev yapan kadınları veya kral olan eşleri yanında devlet idaresinde söz sahibi olan kadınları görüyoruz. Bunların aynı zamanda ticaret yaşamında da rolleri var. Halk kadınlarının da ticaret işlerinde erkekler gibi çalıştıklarını öğreniyoruz. Asurlularla alışveriş yapıyor, borç alıp veriyorlar; aldıkları borcu ödeyemedikleri takdirde genç kadınlar -hatta evli çiftler- rehin olarak tutuluyorlar. Borç alan kadınlar, aldıkları para ile yapacakları işleri belirten bir tür taahhüt senetleri yazmışlar. Kadınlar, Sumer’deki gibi kardeşleri, çocukları ve kocalarıyla ortak iş yapıyorlar. Yerli kadınlardan, Asurlu tüccarlarla evlenenler olmuş. Bu kadınlar Kaniş’ten Asur’daki, Asur'dan Kaniş'teki kocalarına işleri hakkında mektuplarla bilgi vermişler. Böyle bir mektupta, Lamassi adlı bir kadın Asur'dan Kaniş'teki kocasına şöyle yazmış: "Biliyor musun insanlık ne kötüleşti. Kardeş kardeşi yiyecek. Burada yün çok pahalı. Bana yollayacağın gümüşü, yünün içine sakla. Kız kardeşinin satışa çıkardığı köle kızı ben satın aldım. Kız kardeşin, sen gittiğinden beri iki ev yaptırdı; biz ne zaman yaptıracağız? Gönderdiğim kumaşların parasını niçin bana yollamıyorsun?"

Kendi adına bağımsız iş yapan kadınlar da var. Evlilikte kadınla erkek eşit. Ayrılma halinde elde olan mallar eşit olarak bölüşülüyor. Tek evlilik var, orada da evlilikler belgeleniyor. Bu belgelerde, “başka bir eş alamaz” kaydı bulunuyor. Yerli bir kadınla evlenen bir erkek, başka bir kadın alamıyor; ama Asur’a gittiğinde bir “cariye” veya bir “mabet fahişesi” alma hakkı var. Kadının iki yıl içinde çocuğu olmazsa, o kadın kocasına bir köle alabiliyor; fakat köle bir oğlan çocuğu doğurur doğurmaz da onu istediği gibi satabiliyordu. Kadın çocuk doğurmadığı için boşanmıyordu. Boşanmada her iki taraf eşit haklara sahip, her iki taraf aynı miktarda tazminat veriyor. Çocukların vesayeti annede. Erkek de çocuklar için bir nafaka vermek zorunda. Kadına evlenirken satılma şeklinde başlık parası verilmiyor. Kadın isterse kocasından boşanabiliyordu.

Hititler



Anadolu kadının 4000 yıl önce bu kadar özgür olması, ana tanrıça kültünün ve anaerkil ailenin hâlâ sürdüğünü göstermektedir. Asur ticaret kolonilerinin yıkılmasını takip eden yıllarda Hititlilerin ortaya çıktığı görülüyor. Hitit toplumunda, kraliçelerin devlet ve din işlerinde büyük rolleri var; krallarla eşit haklara sahipler. Kraliçenin memleket işlerinde, politikada, dinsel törenlerde kendi başına hareket etme yetkisi var. Onlar vakıf kurabiliyor, bağış yapabiliyor, yönetmelik yazdırabiliyor, başka ülkelerin kraliçeleri ve kralları ile özgür olarak mektuplaşabiliyordu. Kraliçeler, "büyük kraliçe", "egemen kraliçe" gibi unvanlarla devletler arasındaki antlaşmalara imza atabiliyordu. Bu yetkiler kralın sağlığında olduğu gibi, kral öldüğünde veya tahta oğlu geçtiği zaman da ölünceye kadar sürüyordu. Yalnız, Hitit krallarının haremi ve dolayısıyla odalıkları var. Kralın ilk eşinden çocuğu olmazsa, odalığından olan oğlu kral olabiliyordu. (Hitit kralları komşu ülkelerin kral kızlarıyla da evlenmişlerdir.) Hitit halk kadını hakkında bilgimiz çok az. Çünkü onlarda aile arşivleri bulunamadı. Bu, yazının halk arasında yaygın olmadığını ve -Sumer'de ve Asur koloni çağındaki gibi- işlemlerin belgelenmek zorunda olmadığını gösteriyor: Osmanlı devleti zamanında olduğu gibi.


Hitit halk kadınları hakkındaki bilgileri dinsel belgelerden ve kanunlarından alabiliyoruz. Onların mabetlerdeki dinsel görevlerde büyük rol oynadığı görülüyor. Dinsel görevin en üstü "tanrı analığı"dır. (Bu, İsa'nın annesi Meryem'e paralel.) Bunlar için ayrı bayram törenleri yapılıyor. Mabetlerde pek çok rahibe var; bunların sınıfları Sumer'deki gibi şarkıcılar, çalgıcılar, dansçılar, törenleri idare edenler ve sihir, büyü yapanlar şeklinde ayrılmış. Hititlilerde mabet fahişeliğinin olup olmadığı pek belli değil; fakat kazılarda ele geçen vazolar üzerindeki kutsal evlenme törenini betimleyen kabartmalar bunu var gibi gösteriyor.

evlilik.jpg


Kanunlara göre, cezalarda kadın, erkek ayrımı yok: Aynı suça aynı ceza veriliyor. Ailede “erkek” evin reisi sayılmakla beraber, “kadın”ın hakları da kanunla korunmuş. Evlenmede başlık parası var, buna karşılık kız da çeyiz getiriyor. Kız tarafı sözünden dönerse, erkeğin verdiği başlık parası iki misli ödeniyor; eğer erkek sözünden dönerse, para kıza tazminat olarak kalıyor. Veraset hakkında bilgi az. Kadının ölümü halinde, kadının malı ve çeyizi çocuklarına düşüyor. Kocası ölen kadın, kocasının mirasına ortak oluyor. Yalnız, ölen kocanın yerine onun ilk kardeşi ile o da ölürse ondan sonraki ile, başka kardeşi yoksa da yeğenleriyle evlenmek zorunda. Bu uygulamayı Tevrat’ta da görüyoruz ki, onlara da Hititlilerden geçmiş olmalı. Kadına toprak bağışı yapılıyor. İçgüveylik var. Boşanmada mal mülk yarı yarıya paylaşılıyor. Hititlerde, çocuklar babaya kalıyor. Kadın ancak birini yanına alabiliyor. Boşanma ve evlenmeler de özgürce yapılıyor. Kadınlar ve köleler arasında eşitlik var. Kız kaçırma olduğu gibi, cezası da var. Zina, büyük suç. Eğer zina kırda olursa, o zaman tecavüz sayılıyor ve adam öldürülüyor; fakat evde yakalanırlarsa, bu kez de kadın öldürülüyor. (Kral onları affederse veya adam karısının yaşamasını isterse, kadın ve erkek ölümden kurtulur.)

Hitit kadınının iş hayatı hakkında hemen hiç bilgi yok. Yalnız, hasat işlerinde ve değirmenci olarak çalıştığı biliniyor. Kadınlara, erkeğin yarı ücreti veriliyor. Sumer'de İÖ 2500 yıllarında bir kral, yaptığı bir reformda kadınların erkeklerle eşit ücret almalarını yazdırmış. Fakat ne yazık ki, bu kanun yürürlükten çabuk kalkmış. Orada da kadınlara yarı ücret veriliyordu. (Mamafih, İngiltere'de ancak 1975 yılında kadınlara erkeklerle aynı ücret verilmeye başlandı!) Hititlilerden sonra Anadolu'da kurulan devletlerde kadınlar hakkında bilgi veren kaynaklar yok. Yalnız, Geç Hitit Çağı denilen İÖ 1000 yıllarında Kargamış şehir kralı Suhi'nin “Yapı taşı” üzerine, eşi Vati şöyle yazdırmış: "Ben ülkenin beyi Suhi'nin karısıyım. Her nerede birisi kocamın adını saygı ile anacak olursa, beni de saygı ile şereflendirecektir.". Bu yazı ve tanrıçaların varlığı, az da olsa kadınların pek göz ardı edilmediğini gösteriyor.

Asyadaki Türk kadınları

Asya'da yaşayan Türk kadınlarının erkekler yanında önemli bir rolü olduğu biliniyor. Kadınlar. erkekle eşit haklara sahip. Buyruklarda, “Han”ların imzası yanında eşleri “Hatun”ların da imzaları bulunuyor. Elçiler birlikte kabul ediliyor, kurultaylarda ve şölenlerde Hatun her zaman bulunuyor. O devirde tek evlilik vardı ve mallar ortaktı. Evlenme ve boşanmalarda her iki taraf söz sahibi idi.1 Kadınların, evliliklerinde yemek ve ev işi yapmasından çok, ata binmesi ve silah kullanabilmesi önemliydi. Türklerde kadın ve erkek eşitliğinin en belirgin kanıtı "evlenme" kelimesi. “Erkek kadını aldı.” denmiyor. Türklerin savaş yoluyla Anadolu’ya girmeleri Selçuklularla başlıyor; ama çok daha eski çağlarda da gelmiş oldukları kuşkusuzdur. Selçuklular İran topraklarından geldikleri için, onların ve İslamlığı kabul ettiklerinden Arapların ve Bizanslıların etkisinde kalmışlardır. Onlarda da halk kadınlarının yaşamına ait belgeler yok. Bu da Sumer'de ve Asur koloni çağındaki gibi aile arşivlerinin bulunmaması nedeniyledir. Saray kadınları arasında sivrilenler çıkmışsa da onlar genellikle başka kültürlerden saraya giren, kendi dinlerinden İslamiyet’e dönmüş kadınlardan oluşuyor. Bu saray kadınları, yarı gizli bir örgüt kuruyorlar: "Kızkardeşlik= Bacıyan-ı Rum". Buraya yalnız soylu ailelerin kızları alınıyor ve onlara kadınlık sanatı hakkındaki bilgilerle silah kullanma öğretiliyordu.

Türkler, resmen Anadolu'ya girdiklerinde İslam dinini kabul etmiş olduklarından, bir taraftan kendi geleneklerine göre davranırken diğer taraftan İslam’ın baskısına uğramışlardı.



Gelelim Osmanlı Çağına


Osmanlı çağında saray kadını, konak kadını ve halk kadını olmak üzere üç sınıf vardı. Saray ve konak kadınları tamamıyla tüketici sınıf olmakla beraber, İslam kurallarına göre hareket etmek zorunda idiler. Erkek, ailede birinci planda idi. Her şey onun düzenine göre yapılıyor, erkekler birkaç kadın alabiliyor, istedikleri zaman da kadını boşayabiliyordu. Kadınların sokağa çıkmaları çeşitli şekillerde kısıtlanıyordu. Onlar ince peçe ile dolaşamayacak, Beyazıt, Şehzadebaşı, Aksaray'da ne yürüyebilecek, ne arabaya, ne de tramvaya binebilecekti. Kapalı çarşıda dolaşmak, dükkânda oturmak, bir yerde grup halinde konuşmak kadınlara yasaktı. Saray kadınlarından, Selçuklularda olduğu gibi -saray entrikaları çevirerek- bazı vakıflar yaptırarak adlarını duyuranlar varsa da bunların hemen hepsi başka kültür ve dinlerden gelen kadınlardı. Fakat sarayda bulunan yüzlerce kadın hapis hayatı yaşıyordu.

kadin-pazari.jpg


Halk kadınına gelince: Bunların hemen hepsi üretici kadınlardı. Onlar Osmanlı devletinin bütün yükünü yüklenmişlerdi. Kocalarını, oğullarını askere gönderip tarlada, bağ ve bahçelerde çalışıyorlar, hayvan besliyorlar, yiyeceklerini, giyeceklerini kendileri üretiyorlardı. Ayrıca, yetiştirdikleri tahılın yüzde onunu ve hayvanının yüzde sekizini devlete vergi olarak veriyorlardı. Bu miktar da vergi alanın insafına bağlı idi. Devletin ekonomisi hemen hemen kadınların elinde idi. Bu yüzden, birinci cihan savaşında yenik düştüğümüz zaman İngiliz Başvekili, "Osmanlı devletini yıktık; ama Osmanlı evini yıkamadık!" demiş. Çünkü Anadolu kimseye avuç açmadan kendini idare ediyordu. Buna karşılık yine kadınlar İslam dinine göre bir mal, bir nesil üretici olarak görülüyordu. 1831'de yapılan nüfus sayımında yalnız erkekler sayılmış, 1844’te erkeklerin fiziksel özellikleri belirtildiği halde, kadınların adları bile kendi yakınları olan erkekler tarafından yazdırılmış. Tanzimat’tan sonra biraz kadınlardan söz edilmeye başlanıyor. Kadınlarla ilgili, onların haklarını savunan romanlar yazılmış, dergiler çıkarılmışsa da bunların hiçbiri din etkisinden kurtulamamıştır. Sadece açılan kız rüştiyeleri, kız öğretmen okulları ve sanat okulları, kadınlarımızı biraz olsun bilinçlendirmeye başlamıştır. Birinci cihan savaşı sonucu ülkemizin işgaline karşı koymak üzere Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkması, kadınlarımızı da harekete geçiriyor. İstanbul'da Öğretmenler Derneği başkanı Nakiye Hanım, 19 Mayıs 1919 tarihinde üniversitede, 27 Aralık 1919’da bir mitingde, "Yurdumuzun bir karış toprağını vermeyeceğiz!" diye konuşuyor. 26 Kasım 1919’da Sivas'ta kadınlar tarafından "Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti" kuruluyor ve çeşitli vilayetlerde şubeler açılarak oralarda Anadolu kadınını bir araya getirmeye ve ülkenin durumu hakkında onları bilinçlendirmeye çalışıyorlar. Ayrıca, işgal devletlerinin başkanlarına ve oralardaki kadın derneklerine işgali protesto eden mektuplar, telgraflar gönderiyorlar. 10 Aralık 1919’da Kastamonu’da 3000 kadın toplanarak işgalleri protesto etmişler ve bu protestolarını telgraflarla padişaha, sadrazama, İngiliz, Fransız, Amerika başkanlarının eşlerine bildirmişler ve kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne katılmışlardır. Halide Edip Adıvar, Büyük Taarruz öncesinde İstanbul gençliğini ulusal birliğe katmak için Sultanahmet Meydanı’nda büyük bir miting yapıyor. Bunlar, kadınlarımızın yavaş yavaş seslerini çıkarmaya başladıklarını gösteriyor.


Halide Edip Adıvar Miting düzenleyerek kadınların sesini duyurmaya çalıştı.

Kurtuluş Savaşı’nda birçok kadınımız silahla savaşarak, kağnılarla veya omuzlarında cephane taşıyarak, yiyecek, giyecek üreterek var güçleriyle vatanın kurtulması için Kuvayı Milliye'ye katılmış ve canları pahasına çalışmışlardır. Bütün bunlara karşılık, 1923-24 yıllarında yazılı bir aile hukuku kanunu çıkarmaya çalışan milletvekillerinin hazırladıkları kanun metni, "Kadın, aklen ve dinen güçsüz olduğundan erkeğin koruması altında olması gerektir, erkek çok kadın alabilir ve istediği gibi boşayabilir, kadının dışarda çalışması sosyal yaşamı bozar, ilim de kadının ahlakını yok eder." şeklinde, yüzde doksan dine dayalı maddeleri kapsıyordu. Kuşkusuz, bu kabul edilmedi. Halbuki daha Cumhuriyet’in ilanından 8 ay 26 gün önce Mustafa Kemal bir konuşmasında, kadınlara "özgürlük, eşit eğitim olanakları ve erkeklerden farksız bir toplumsal konum"dan söz ediyor ve ondan 49 gün sonra Konya'da ise "çok daha elverişsiz koşullar altında bulunan kadınlarımızın, erkeklerle birlikte, hatta bazı hallerde onları geçmiş olmaları olağanüstü yeteneklerinin ve eşitliklerinin bir kanıtıdır” diyordu. 1926 yılında -medeni kanunla birlikte- Türk kadını, erkeğiyle omuz omuza çağdaşlık yolunda yürümeye başladı ve bugün her konudaki başarılarını kanıtlamış oldu. Fakat ne yazık ki son yıllarda para ile kandırılan kadınlarımız, ilk adımlarını başörtüsü ile atan şeriatçılara katılmakla kendilerine verilen özgürlüklerini nasıl elden kaçıracaklarını bilemiyorlar, düşünemiyorlar. Yakında, bindikleri dalı kestiklerini anlayacak, yolumuza baş koyan Ata'mızın izinde gideceklerdir. Bunda kuşkum yok.


kurtulussavasi1.jpg

Kurtuluş savaşında şanlı Türk Milletinin kadınları.

4000 yıllık bir yolculuğu kısa bir süreye sığdırmaya çalıştık ve gördük ki, en az 4000 yıl önce Sumer'de ve Anadolu'da kadınlar, 1500 yıldan beri din kurallarına göre yaşamak zorunda kalan kadınlarımızdan çok daha saygın ve üstün durumda idiler.
 
Yukarı Alt