Kayıt
28 Ağustos 2009
Mesajlar
370
Beğeniler
0
1990’li yıllarda pozitivist düşünce etkisiyle bakış açıları değişti. Nörobiyoloji, felsefe, kuantum fiziği gibi birçok bilimsel alanda bilinç konusu adeta “ilgi odağı” haline geldi. Bilimin belli alanlarında artık olgunluk aşamasını da geçen birçok bilim adamları tarafından, tartışılan iddialı kitaplar yayınlanmaya başlandı. Bunlar arasında göze çarpanlar, İngiliz matematikçi ve kara deliklerin yapısı üzerinde önemli keşifleri olan Roger Penrose, DNA’nın moleküler yapısının keşfi nedeniyle 1962’de Nobel ödülü alan biyofizikçi Francis Crick, sinaptik ileti üzerine olan çalışmaları nedeniyle 1963’de Nobel ödülü alan nörofizyolog John Carew Eccles ve 1972’de Nobel ödülü alan biyokimyacı Gerald Edelman ve holografik beyin-bilinç teorilerini oluşturan Nobel ödüllü fizikçi David Bohm, nörofizyolog Karl Pribram sayılabilir. Kendi alanlarında bilime yenilikler getiren bu kişilerin, kendi alanlarının dışında (!) bilinç konusunda halen tartışılan fikirler öne sürdüler. Bunlar birçok kişi için akademik kariyerlerinin sonunda yolun başlangıcını gösteren fikirlerdi. Roger Penrose, bilince kuantum fiziğinin yanıt verip veremeyeceği ve algoritmalarla çalışan bilgisayarla modellenip modellenemeyeceği sorusuna yanıt aradı. Crick ise beynin algılamanın önemli bir parçası olan görsel sistemden yola çıkarak bilinci değerlendirdi. David Bohm ve Karl Pribram, holografik teorilerin bilinçle uyumlu açıklamalarını ortaya koydu. Bahsedilen bilim insanları bilinç üzerine düşünme ve fikir üretmeyle akademik kariyerlerinin başlangıcında değil, kariyerlerinin sonunda, adeta “ermişlik dönemlerinde” ilgilenmeye başladılar. Yine aynı yıllarda, belki bu akımdan etkilenerek bilinç üzerine akademik dergiler yayımlanmaya başlandı (Journal of Consciousness Studies, Consciousness and Cognition, Brain and Mind, Behavioral and Brain Sciences, The Journal of Mind and Behavior, Psyche, NeuroQuantology) ve onlarca yeni akademik kitap listeye eklendi. Son yıllarda bilinç üzerine birçok disiplinin bir araya gelmesi ile oluşan sempozyumlar yapılmaya başlandı. Sinir bilimleriyle ilgili yayın yapan önemli dergilerde bu konuyla ilgili ayrıntılı makaleler yayınlanmaya başlandı. Bu sadece sinir bilimlerini içeren dergilerle de sınırlı kalmayarak fizik alanındaki önemli dergilere de konu oldu. Tartışılmaya başlandı. Daha önceki gelenek devam etti ve teorisyen sayısı kadar bilinç teorileri ortaya çıkmaya başladı. Buna rağmen, bugün hala “bilinç araştırmasında, anaokulunda kum havuzunda oynayan çocuklar konumundayız.”

Yine son on yılda bilinç konusunu değişik yönlerden inceleyen yüzlerce makale yayımlandı. On yılın sonuna doğru çalışma sayısında logaritmik bir artış oldu. National Library of Medicine, MEDLINE’da, sadece başlıkta “bilinç” içeren (insan çalışmaları, sosyal anlamda bilinç çalışmaları hariç) ve İngilizce yayımlanmış makale sayısı 1970-1979 arası 396 iken, 1980-1990 yılları arasında 475 sayısına ulaşmış ve 1990-2000 yılı arası 709 makaleye çıkmıştır. 2000 yılında sonra ise adeta bir sıçrama yaşanmıştır. Özellikle işlevsel beyin görüntülemeleri manyetik rezonans görüntüleme (fMRG) ve pozitron emisyon tomografisinin (PET) kullanıma girmesi ile çalışmalar daha da hız kazandı. Bilinci ilgilendiren uyku, anestezikler, meditasyon, hipnoz, dikkat, bellek, algılama gibi konularda PET çalışması sayısı hızla artmıştır. 1988-91 arasında 15, 1992-1995 arasında 70, 1996-1998 arasında 190, 1999-2005 arsında ise 400’e yakın çalışma yapılmıştır. Bu sayılar bilinç konusuna olan ve artan ilgiyi göstermektedir. Oysa 1930 ve 1950’lerle karşılaştırıldığında, bugünkü ilgi müthiştir. 1930-1950 arasında yazılan 8 temel psikoloji metninin girişlerinde, 5’inde bilinç başlığına hiç değinilmediği, 3’ünde ise tarihsel bir merak olarak ele alındığı düşünüldüğünde şu an iyi noktadayız diyebiliriz.

Doğanın bilinen en karmaşık iki nesnesi, insanın bilişsel süreçleri ve beynidir; daha da karmaşığı, bunların ilişkisidir. Asırlar boyunca beden ve dolayısıyla beyin, doğa bilimleri kapsamında ele alına gelmiş; bu iki öğe, canlı varlıkların yapı ve süreçleriyle ilgilenen temel biyolojik bilimlerin, madde ve enerji konularıyla ilgilenen fiziksel bilimlerin, tıp gibi uygulamalı bilimlerin araştırma konusu olmuştur. Zihin ise, canlıların davranışlarıyla İlgilenen davranış bilimlerinin, psikolojinin uğraş konusu olagelmiştir. Gelenekler ve alışkanlık, bu dalların her birinin (biyolojik veya fiziksele karşın davranışsal veya psikolojik) kendi içinde kapalı olarak çalışmasına yol açmıştır. Diğer yandan çağdaş bilim dünyasının kabul ettiği bir husus, mevcut bilim dallarının, tek başlarına; beyni, bilişsel süreçleri ve özellikle de bu iki öğenin ilişkisini anlayabilmede yetersiz kaldığıdır. Aynı veriler beyni incelemenin bütünleşik (multidisipliner) bir şekilde ele alınması gerektiğini açıkça göstermektedir. Multidisipliner grubun kapsamına giren dallardan bazıları psikoloji, fizyoloji, biyofizik, biyokimya, nöroloji, işlevsel nöroradyoloji, nöropsikoloji, psikiyatri, ayrıca felsefe, matematik, fizik, istatistik ve elektrik-elektronik, bilgisayar ve biyomedikal mühendisliklerdir.

Bilinç, bugün artık birçok çağdaş bilim adamına göre bilimsel bir nesnedir ve bilimin alanında incelenmelidir. 1990’lardan sonra bu eğilim daha da belirgin hale gelmiştir. 1995’den sonra kuantum fizikçileri de iyice bilinç konusu içine girdiler ve fizik dergilerinde bilince atıf yapan ya da bilinç kelimesini başlığında içeren birçok makale yayımlandı. Bu eğilimden dolayı olacak, artık felsefeciler, fizikçiler ve yapay zekâcılarca bilinç üzerine kitaplar yazılmakta. İşin garip yönü ise işe önce el atması gereken nörolog-nörofizyologlardan henüz diğerleri kadar ses çıkmıyor ve kendi kabuklarında incinin olgunlaşmasını bekler gibiler. Ancak felsefe ve psikolojinin söyledikleri de yetersizdir. Felsefeci John Searle “Felsefe ve psikolojideki çağdaş tartışmaların, bilinçlilik konusunda söyleyebileceği pek bir şey olmaması bir tür rezalettir” derken sinirbilimcileri unutmuşa benziyor. Esas yanıtları sinirbilimcilerden beklemek gerekir.
 
Yukarı Alt